Türkiye’nin Suriye politikasına nasıl bakmalıyız

Published by

on

Türkiye’nin Suriye politikasına nasıl bakmalıyız

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Bu çocuğa iyi bakın! ÜMMETTEN yardım istedi! Ama SUSTUK! SONRA NE OLDU?

***

Bizim gibi kemalist sisteme karşı olan kardeşlerime Suriye’de yaşananlar hakkında bir şeyler yazma ihtiyacı hissettim. Bu sayfada hiçbir zaman herhangi bir partinin propagandasını yapmadığımızı hatırlatmak isterim. Şimdi de yapmayacağız.

Kardeşler, mesele sadece Atatürk’ün din düşmanı ve getirdiği sistemin de küfür sistemi olduğunu bilmek değildir. Mesele, aynı zamanda, Atatürk’ün idealini/sistemini muhafaza etmek isteyen Atatürkçü’lerin oyununa alet olmamaktır. Suriye halkını katleden Esad’ı desteklemek, Atatürk’ün idealini/sistemini muhafaza etmek isteyen Atatürkçü’lere alet olmaktan başka bir şey değildir… Mevcut sistemi kabullenmektir bu. Halbuki biz mevcut sistemi değiştirmek istemiyor muyuz kardeşler?

Esad’a karşı kıyam eden Suriye halkına destek vermemek ve onların muvaffakiyetlerini istememek, Atatürk’ün Cumhuriyet’in ilk yıllarında dindaşlarımızı asıp kesmesini onaylamaktan farksızdır… Altına mühürünü basmaktır.

Suriye halkına dış destek gelmesi, muvaffak olunması halinde kurulacak düzenin müslümanların aleyhine sonuçlanacağı anlamına gelmez. Tıpkı Osmanlı Devleti’nin, sorun çıkaran Mısır Hidivi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı, Ruslarla işbirliği sonucu bertaraf etmesinin Osmanlı Devleti’nin aleyhine olmadığı gibi.

Nasıl ki içimizdeki hainler, yabancı devletlerle karşılıklı menfaatlere dayalı işbirliği yaparak Osmanlı Devleti’ni, dolayısıyla Islam birliğini yıkmışlarsa, bugün Islam birliğini aynı yol ve yöntemle ihya etmekten daha doğal ne olabilir? Müslüman olmayan devletlerle işbirliği yapmak, ne onlara hizmet etmek ne de onlarla dost olmak anlamına gelir. Iktisadi ve siyasi dengeleri göz ardı etmemeliyiz ve resmin bütününe bakmalıyız. Tek boyutlu tasvir kolaycılığından kaçınmalıyız. Mevcut konumumuz işbirliğini zorunlu kılıyor, Don Kişot’luk yapmanın kimseye faydası olmayacaktır.

Islam düşmanları elbette dünyanın bir coğrafyasında cereyan eden birtakım gelişmeleri, kendilerini amaçlarına ulaştıracak bir vesile telakki edebilirler. Bir menfaat beklentisi içinde olabilirler. Ancak bu sadece onlara özgü bir şey değildir ve her beklentinin gerçekleşmesi de mümkün değildir.

Örneğin, yahudiler bir son Peygamber geleceğini biliyorlardı, fakat ahir zaman Peygamberini kendi içlerinden bekliyorlardı. Bu yüzden yahudiler, “Allah’ımız Tevrat’ta özelliklerini yazılı bulduğumuz ahir zaman nebîsi hürmetine bize yardım et!” diye dua ediyorlar ve; “Bizim söylediğimizi tasdik ederek ortaya çıkacak olan bir peygamberin gelme zamanı yaklaştı, gölgesi üstümüzde dolaşıyor. Biz onunla bir olup sizi Âd ve İrem gibi katledeceğiz.” diyerek Arapları tehdit ediyorlardı. Ama ahir zaman Peygamberi onların değil, Arapların içinden çıkmıştır. Oysa kendi içlerinden çıkacağına çok emindiler. Beklentileri ahir zaman Peygamberinin kendi içlerinden çıkacağı yönündeydi ama olmadı…

Yahudilerin, Suriye’nin geleceğiyle ilgili planları mutlaka vardır, fakat unutmayalım ki, Allahu Teala Al-i İmran Suresi’nin 54’üncü ayetinde şöyle buyuruyor:

“Onlar hileye başvurdular, Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah hileleri boşa çıkaranların en hayırlısıdır.”

Yahudilerin dünyada cereyan eden birtakım olaylardan çıkar ummaları, bizim bu gelişmelere sessiz kalmamız ve müdahale etmememizi değil, aksine, kendi menfaatlerimiz doğrultusunda aktif rol üstlenmemizi gerektirmektedir. Bunda başarılı olabilmek için -beğenmesek bile- millet olarak topyekun hükümetin arkasında olmalı ve destek vermeliyiz. Atalarımız, “kol kırılır yen içinde kalır” demişler. Olaylara geniş açıdan bakmak lazım. Olaylara parti binasının penceresinden bakmak; bir körün, eline verilen fil kuyruğunu “yılan” sanmasıyla eşdeğerdir.

Yaklaşık bir asır önce, bizden sanılanlar, ihanet vesikası olan Lozan Antlaşmasını imzalayarak dünyada olup bitenlere karışmayan bir devlet olmayı kabul etmişlerdi. Bir Cihan Imparatorluğu ihdas etmiş olan milletimizi, sınırlarını düşmanımızın çizdiği bir yere hapsettiler.

Sınırlarını düşmanımızın çizdiği Türkiye Cumhuriyeti bizim zindanımızdır. Bu zindanın idaresini “bizden sanılan” ve Lozan’ı imzalayanlara ihale ettiler. Peygamber ocağı olarak anılan ve bu yüzden milletin şeksiz şüphesiz itaat edeceğini bildikleri Orduyu da bu zindana “gardiyan” yaptılar. Ormanın kralı olan bir aslanın kafese tıkılmasını anımsatan bu travmayı hazmettirmek maksadıyla “Cezaevi psikoloğu” vazifesi de Kemalist ideolojinin borazanlığını yapan “Milli” eğitime tevdi edildi.

Işte bunlar, sakinleştirmek, beynimizi yıkamak ve uyutmak için “yurtta sulh cihanda sulh” antidepresan hapını bize yutturdular.

Ancak ne yurtta sulh vardı, ne de cihanda…

Yurtta sulh yoktu, zira yapılan bütün baskı ve beyin yıkama faaliyetlerine rağmen tarihsel hafızasını yitirmeyen, ruhuna yabancılaşmayan, dünyaya yüzyıllarca adalet ile hükmeden Osmanlı geçmişini, yani eski şanlı tarihini, gerçek kimliğini yani bir zamanlar ormanın kralı olduğunu hatırlayanları; “irtica” velvelesiyle “yobaz” damgası vurup toplumdan aforoz ettiler… Onlara “gerici” dediler ve maddi manevi işkenceye tabi tuttular.

“Gerici” dediler, çünkü Islam’ı temsil eden ve dünyaya adaleti hakim kılan Cihan Imparatoru’nun varisi olduklarını unutmamışlardı ve yeniden dünyanın her yerine adaleti götürme kaygısı, yüreklerinde kor olup yanıyordu.

Yani yurtta sulh yok kardeşler…

Cihanda da sulh yok…

Bir baba zindana atılır da, elin gavuru evlatlara zulüm etmez mi? Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu, Asya ve Afrika’da yaşayan müslüman kardeşlerimiz kan ağlıyor.

Artık yurtta sulh, cihanda sulh yok değerli kardeşlerim. Artık dünya meselelerine müdahale eden bir Türkiye olmalıdır. Yeniden tarih sahnesine çıkma zamanı geldi de geçti bile.

Binaenaleyh, Filistin’deki yetimler, Çeçenistan’daki mücahidler Ümmet nerede diye haykırırken, Bosna Hersek ve Arakanlı kardeşlerimiz yolumuzu gözlerken, Afrikalı kardeşlerimiz bizden bir tas su ve bir lokma ekmek beklerken, dünya adalete susamışken; Esad’ın devlet terörüne maruz kalan Suriye’deki kardeşlerimize yardım eli uzatmak ve yeni gelecek yönetim hakkında söz sahibi olmak ve bu sürecin doğal neticesi olarak yaklaşık bir asır önce Lozan Antlaşmasının imzalanmasıyla içine çekildiğimiz kabuğumuzdan dışarı çıkarak bölgemizdeki hareket alanımızı genişletme ve böylece tarihi misyonumuzu, yani dünyanın özlediği adaleti yeniden hakim kılma misyonunu tekrar üstlenmeye doğru bir adım atma fırsatını partizanlık uğruna kaçırmamalıyız.

Suriye politikasında zararlı çıktığımız takdirde Islam aleminin kaybedeceğini düşünüyorum. Zira Islam aleminin başı Osmanlıydı, yani bu toprağın insanıydı. Islam alemini yeniden bir tek halifenin riyaseti altında toplayacak olan yine Osmanlıdır. Eğer Türkiye bu “savaştan” mağlup çıkarsa, Islam alemindeki imajı büyük yara alır ve bu yaranın sarılması uzun yıllar alabilir. Böyle bir durum kuşkusuz, Islam alemi ile Türkiye arasında derin bir güven bunalımına yol açacak ve Islam dünyası başsız kalmaya devam edecektir. Çünkü Islam alemi Suriye politikamıza “Ak parti hükümetinin” politikası olarak değil, “Osmanlı”nın politikası olarak bakıyor… Siz de öyle bakın.

 

**********

 

Kadir Çandarlıoğlu

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

*

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com

*

*

One response to “Türkiye’nin Suriye politikasına nasıl bakmalıyız”

  1. kadir köprülü Avatar
    kadir köprülü

    Bunlar tabiatın kanunu.Seks ve üretkenlik ne kadar çoğalırsa tabiatın dengede kalması için canlılar birbirlerini yok etmeye başlar yani ölümler de çoğalır ve bu ölümler en zayıf kesimden başlar.Yani bu bir kişinin değil tüm insanlığın suçu ne yazık ki ve insan varolduğu günden beri bu böyle.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Blog at WordPress.com.