M. Kemal Atatürk’ün çalışma usulü

Published by

on

M. Kemal Atatürk’ün çalışma usulü

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

atatürk zekeriya sertel, atatürk ismet inönü, atatürk demokrasi, atatürkün sofrasi, atatürkün meclisi,

***

Evet, konu M. Kemal’in çalışma usulü… Malum, bazı devrim yobazları M. Kemal’in diktatör olmadığını, aksine, yapacağı işlerde konunun uzmanlarıyla birlikte çalıştığını, onların fikirlerine çok önem verdiğini, onlarla istişare ettiğini ballandıra ballandıra anlatıyorlar.

Güzel… Madem öyle, o halde “bizim de katkımız olsun” diyor ve dönemin Matbuat Umum Müdürü (Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürü) Zekeriya Sertel’in bir anısını aktarıyoruz:

“Matbuat Umum Müdürlüğüne geldikten bir iki ay sonra, bir gün Ismet Paşa bana telefonla bir yere ayrılmamaklığımı, işler bittikten sonra Çankaya’ya, Atatürk’ün yanına gideceğimizi söyledi. Matbuat Umum Müdürlüğü bir taraftan Dışişleri Bakanlığına bağlıydı. Ismet Paşa benim âmirim sayılırdı. Çankaya’ya gitme haberi beni çok sevindirdi. “Çankaya’ya gideceğiz” demek, “Atatürk’e gideceğiz” demekti. Ismet Paşa bu görüşmenin nedenini söylememişti.

Beni neden Atatürk’e tanıtmak istiyordu? Kendi kendime nedenini araştırdım, bulamadım. Fakat hangi nedenle olursa olsun, hayalimde büyüttüğüm Mustafa Kemal’i ilk kez yakından görüp tanıyacaktım. Amerika’dayken basına onun hakkında hayli yazılar yazmış ve yaptıklarını övmüştüm. Şimdi memleketin kurtarıcısıyle karşılaşacaktım.

Akşam üzeri bütün memurlar işlerini bitirip evlerine gittiler. Ben yalnız kaldım. Ismet Paşa’dan telefon bekliyordum. Bir koltuğa oturdum ve hayale daldım. Mustafa Kemal davasının askerî aşamasını büyük başarıyle bitirmiş, vatanın bağımsızlığını sağlamıştı. Şimdi yeni bir savaşa, siyasal ve ekonomik bir savaşa başlamak üzereydi. Halifeliği ve padişahlığı ortadan kaldırarak, yerine modern ve lâik bir devlet kurmak, savaştan yorgun ve perişan çıkan memleket kalkındırmak, bin bir fedakârlıkla Kurtuluş Savaşını yapmış olan bu fakir milleti çağımız uygarlığına kavuşturmak gibi önemli işler onu bekliyordu. Bunu yalnız o yapabilirdi ve o yapacaktı. (…)

Ben bu hayal ile yuvarlanıp giderken telefon çaldı. Ismet Paşa beni Dışişleri Bakanlığına çağırıyordu. Genel Müdürlükle bakanlığın arası beş dakikalık bir yerdi. Bakanlıkta Ismet Paşa’yı beni bekler buldum. Kapıda savaştan kalmış hantal bir otomobil bekliyordu. Ben âmirim olarak Paşa’yı birkaç kez daha görmüştüm. En çok dikkatimi çeken şey, o vakitki abullabut giyinişiydi. Bir türlü sivil kıyafete kendisini alıştıramıyordu. Pantolonu ütüsüz, üstü başı itinasızdı. Kalpağı kulaklarına iniyordu… Fakat babacan bir hali vardı. Insanda derhal güven uyandırıyordu.

Ismet Paşa yolda uzun süre ağzını açmadı. Şehirden çıktıktan biraz sonra, bana dönerek,

— “Hâkimiyeti Milliye” gazetesini nasıl buluyorsunuz?
dedi.

Çankaya’ya niçin gittiğimizi o zaman anladım. “Hâkimiyeti Milliye” gazetesi, Millî Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk tarafından kurulmuş bir taşra gazetesiydi. Bütün savaş boyunca Atatürk’ün fikirlerini yansıtmıştı. Fakat günün koşullarına göre, çok ilkel ve çok zavallı bir biçimde çıkıyordu. Okurları hemen hemen mebuslardan ibaretti. Ankara’nın dışında okuru yok gibiydi. Asıl Türk basını Istanbul’da toplanmıştı. Ankara’da bile Istanbul gazeteleri “Hâkimiyeti Milliye”den çok satılıyordu. Mustafa Kemal’in başlamaya hazırlandığı yeni savaşı yürütebilmek için kuvvetli bir gazeteye ihtiyaç vardı. Demek, Çankaya’ya bunun için gidiyorduk.

Ismet Paşa’nın sorusuna şu karşılığı verdim:

— “Hâkimiyeti Milliye” adında bir gazete tanımıyorum, Paşam.

Amacım, “Hakimiyeti Milliye”nin iyi çıkmadığını anlatmaktı. Fakat, galiba bu cevap çok sert düştü ve Paşa’nın hoşuna gitmedi. Çünkü Ismet Paşa yolda bir daha ağzını açmadı.

Köşke yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Yollar karanlıktı. Otomobilin içinde de ışık yoktu. Biz, karanlıkta, bilinmeyen sihirli bir ülkeye gidiyor gibiydik. Şehirden hayli uzaklaşmış, bağları geçmiştik. Hayli de yükselmiştik. Nihayet otomobil büyükçe bir kapının önünde durdu. Kapıda süngülü nöbetçiler bekliyordu. (…)

Inönü beni kendisine tanıttı. Sonra o da konuşmaya katılmak üzere onların masasına oturdu. Latife Hanımla birlikte biz de kapının sağındaki köşede bir masa etrafına yerleştik.

Atatürk gri yeni bir elbise giymişti, gayet vakur, ağırbaşlı bir görünüşü vardı. Konuşmaları dikkatle yönetiyordu. Bir “Yeni Anayasa” konusu görüşülüyordu. Özellikle devlet başkanının hak ve ödevleri üzerinde duruluyordu. Konuşulanları merakla uzaktan uzağa izlemeye çalışıyordum. En çok konuşan Seyit Beydi.

Amerika’dan yeni gelmiş olduğum için, bir iki kez Amerikan Cumhurbaşkanının hak ve ödevlerini anlatmak hevesine kapıldım. Fakat bir türlü cesaret edemedim. Zaten Latife Hanım beni lafa
tutuyor, konuşmaları iyi izlememe fırsat vermiyordu.

O vakitler ortalıkta hilâfetin kaldırılacağı, Cumhuriyetin ilân edileceği yolunda birtakım söylentiler dolaşıyordu. Fakat hiç kimse işin gerçeğini, Mustafa Kemal’in ne düşündüğünü açıkça bilmiyordu. Anayasa görüşmeleri gizli yapılıyordu. Dışarda söylenenler bir tahminden ibaretti. Fakat Istanbul basını yapılacak değişikliğin kokusunu almış, Ankara’ya hücuma başlamıştı. Özellikle Hüseyin Cahit, hilâfetin kaldırılarak diktatörlüğe gidileceğini iddia ediyordu. Eski Hamidiye zırhlısı kahramanı Rauf Bey de hilâfetçiler tarafına geçmişti. Böylece Millî Kurtuluş Savaşını yapanlar arasında da ikilik başlamıştı.

Hazırlanmakta olan Anayasa, Cumhuriyet esasına dayanacaktı. Bu konuşma bir saat kadar sürdü. Sonra beni yanlarına çağırdılar. Ismet Paşa “Yeni Matbuat Umum Müdürümüz” diye beni tanıtırken “Hâkimiyeti Milliye” adında bir gazete tanımadığımı da eklemekten geri kalmadı. Mustafa Kemal hiç duymamış gibi kayıtsız göründü. Bu konuyu görüşmek üzere ertesi akşam için belli başlı aydınların da katılacağı bir toplantı tertiplenmesini emretti, bize de izin verdi.

Anlaşılan Mustafa Kemal’i kızdırmıştım. Çünkü biz Latife Hanımla konuşurken o bizi yan gözle izliyordu. Benim elimde bir tesbih vardı. Mustafa Kemal’in gözü ikide bir bu tesbihe takılıyordu. Demek benim lâubalice sayılabilecek olan bu hareketim onu rahatsız etmişti. Ertesi akşam köşke geldiğimiz zaman, memleketin belli başlı bütün gazeteci, yazar ve ediplerini orada bulduk. Bütün bu aydınlar savaş boyunca Mustafa Kemal’in yanında çalışmış kimselerdi. Yalnız Halide Edip aralarında yoktu.

Bu aydınlar zamanla Mustafa Kemal’in huyunu, âdetlerini, çalışma yöntemlerini öğrenmişlerdi. Nasıl davranacaklarını biliyorlardı. Ben ise, bir şey bilmiyordum. Atatürk’ün meclisinde ilk kez hazır bulunuyordum.

Salonda toplandık. Mustafa Kemal toplantıya başkanlık ediyordu. Toplantıyı açmasıyle kapaması bir oldu. “Hâkimiyeti Milliye” gazetesinin iyileştirilmesi bahis konusuydu. Fakat yararlı bir biçimde konuşabilmek için küçük bir proje hazırlanmasını istedi ve bu projeyi hemen hazırlamak üzere üç kişilik bir komisyonun kurulmasını önerdi. Falih Rıfkı Atay, Hakkı Tarık Us ve ben bu komisyona seçildik. (Falih Rıfkı Atay daha savaşın başlangıcında Ankara’ya geçmiş, Mustafa Kemal’in yanında ve meclislerinde bulunmuş, onun güvenini ve sevgisini kazanmış bir yazardı. Uzun bir süre “Hâkimiyeti Milliye” gazetesinin ve sonra da Halk Partisi organı olan “Ulus” gazetesinin başyazarlığını yapmıştır. Şimdi Istanbul’da “Dünya” gazetesinin başyazarıdır. Türkiye’nin en zeki, en kabiliyetli edip ve yazarlarından biridir. Hakkı Tarık Us ise Türk basınının tanınmış ve sevilmiş bir simasıdır, birkaç yıl önce Ölmüştür.) Bunun üzerine toplantıya ara verildi.

Misafirler dışardaki aralıkta hazırlanan büfeye davet edildiler. Onlar büfede yeyip içerken biz de bir köşeye çekilip “Hâkimiyeti Milliye” gazetesine verilmesi gereken biçim üzerinde bir proje taslağı hazırladık. Ayak üstü yapılan bu iş, pek ciddi sayılamazdı. Projeyi basit bir kâğıt üzerine kurşunkalemle yazmıştık. Bu projede şunları öneriyorduk:

“Hâkimiyeti Milliye”yi bir taşra gazetesi olmaktan çıkarıp bir millî gazete haline getirmek gerekir. Gazete memleketin her tarafında satılmalı ve aranıp okunmalıdır. Bunun için de gazetenin başına bu işten anlar, değerli biri getirilmeli, ayrıca kuvvetli bir yazı kurulu kurulmalıdır. Gazete Istanbul gazeteleriyle rekabet edebilmeli, yazıları, haberleri ona göre hazırlanmalıdır. Aynı zamanda en modern araçlarla donanmış bir basımevi kurmalıdır. Bütün bunları gerçekleştirebilmek için binasından başlayarak her şeyi yeniden yapmalı ve ortaya canlı, hareketli bir gazete çıkarılmalıdır.

Bir saat sonra tekrar toplanıldı ve Falih Rıfkı, hazırladığımız projeyi Mustafa Kemal’e verdi.

Ansızın Mustafa Kemal’in yüzü değişti, kaşları çatıldı, kendisine sunulan kâğıdı parça parça yırtıp attı ve sonra Falih’e dönerek:

— Sizler galiba nerede bulunduğunuzu ve kime hitap ettiğinizi unuttunuz, dedi.

Herkes şaşırmıştı. Toplantı normal başlamıyordu. Mustafa Kemal sözüne devam etti:

— Zaten ben “Hâkimiyeti Milliye”nin ıslahı için yapılacak şeyi düşündüm ve buldum. Bu işi Recep Beyefendiye vereceğim.

Recep Bey (Peker) Atatürk’ün askerlik arkadaşı, eski bir komutandı. Mustafa Kemal kararını bildirir bildirmez derhal, güya oy alıyormuş gibi, birer birer sormaya başladı:

— Siz ne buyurursunuz Yakup Kadri Beyefendi?
— Pek münasip Paşam…
— Ne buyurulur, Ahmet Beyefendi?
— Çok doğru düşünmüşsünüz Paşam…
— Fikri âliniz Ruşen Eşref Beyefendi?
— Isabet buyurmuşsunuz Paşam…

Karşımda oturanlar, memleketin kalburüstü edipleri, fikir adamları ve aydınlarıydı. Mustafa Kemal’in üstün kişiliği karşısında hepsinin dili tutulmuştu. Düşünemez olmuşlardı. Ya da fikirlerine uysa da uymasa da böyle cevap vermeyi daha uygun buluyorlardı. Fakat düşünüyordum ki, bunlar gerçek aydın kimselerse, fikirlerini açıkça söylemekten çekinmemeleri gerekirdi. Aydının en ayırıcı niteliği, fikre, fakat herkesten önce kendi fikrine saygı göstermesiydi.

Herkes birbiri ardından “Evet Paşam, doğru Paşam” dedikçe ben şaşırıyor ve sinirleniyordum. Hatta bir dereceye kadar iğreniyordum. Kendi kendime, “Işte diktatör böyle yetişir” diyordum. Zaten bütün diktatörleri etrafındaki dalkavukları yetiştirmiş değil midir?

Kafam bu duygu ve düşüncelerle çalkanırken sıra bana geldi, kulaklarımda Mustafa Kemal’in sesi çınladı:

— Ne buyurulur Matbuat Genel Müdürü Beyefendi?

Birdenbire ayıldım:

— Olamaz Paşam, diye cevap verince gözler hayretle önce bana, sonra Mustafa Kemal’e çevrildi.

Bu, beklenmeyen bir cevaptı. Mustafa Kemal böyle bir cevaba alışmamıştı. Sert bakışlarını bana dikti ve:

— Neden? dedi.

— Recep Beyefendiyi tanımıyorum Paşam, dedim. Çok değerli bir asker olduğunu duyuyorum. O kadar. Fakat gazetecilik, ayrı bilgi isteyen bir uzmanlık işidir. Ben nasıl iyi bir komutan olamazsam, Recep Beyefendi de bu işi başaramaz sanırım.

Bu cevap ortalığı büsbütün karıştırdı. Mustafa Kemal’in nasıl bir tavır takınacağını herkes merak ediyor, ona bakıyordu. Mustafa Kemal bir şey söylemedi, sadece konuşmayı burada kesti ve oturuma son verdi. Dağıldık. Köşkten Tevfik Rüştü Aras ile birlikte çıktık.

Otomobilde bana hayretini söylemekten kendini alamadı:

— Ne yaptın Zekeriya?
— Ne yaptım, dedim.
— Canım, Mustafa Kemal’e böyle cevap verilebilir mi?
— Ya ne yapmalıydım?
— Efendim, sen daha yenisin. Burasını bilmiyorsun. Mustafa Kemal’i tanımıyorsun. O bizleri bu akşam fikirlerimizi almak için toplamış değildir. O, kararını önceden vermiştir. Bizi toplaması bir şekilden ibarettir.

Bu defa da ben şaştım. Madem ki başkalarının fikrine ihtiyacı yoktu, o halde bu toplantıya ne lüzum vardı? Fakat sonradan öğrendim ki, bu, Mustafa Kemal’in çalışma usulüdür. Herhangi bir konuda o işin uzmanlarını akşam sofrasında topluyor, onları dinliyor, ama kararı kendisi veriyordu.

Ertesi gün o oturumda bulunanların hemen hepsi Matbuat Müdürlüğüne uğrayarak benim hata ettiğimi hatırlattılar. Demek ki, Ankara’nın geleneklerine uyamamıştım. Fakat benim aklım bunu bir türlü almıyordu.”[1]

Işte böyle…

Tevfik Rüştü’nün, “O bizleri bu akşam fikirlerimizi almak için toplamış değildir. O, kararını önceden vermiştir. Bizi toplaması bir ‘şekilden’ ibarettir.” sözü aslında her şeyi özetliyor.

Zekeriya Bey’in kendisinden bahsettiği ve zekasını övdüğü Falih Rıfkı Atay’ın hatıratında da benzer bir ifade mevcut:

“M. Kemal de, Ismet de, nihayet, Enver gibi birer askerdirler. Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden bir ‘askerî dikta rejimi’ olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü ‘maskelemekten’ başka bir şey değildir.”[2]

Gerçi bu sözler Cavid Bey’e aid, ancak Falih Rıfkı da “Ne kadar yazık ki, yeni rejimin otoritesi, Izmir ve Ankara sehpaları üstünde tutundu. (..) Nasıl ki, Meşrutiyette Ittihat ve Terakki otoritesi de taklib-i hükümet hadisesinin sehpaları üstünde tutunmuştu” demek suretiyle tıpkı Cavid Bey gibi M. Kemal rejimini Enver Paşa rejimine benzetmiştir.[3]

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] Zekeriya Sertel, Hatırladıklarım (1905-1950), Istanbul 1968, sayfa 109 – 116.

[2] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, cild 2, Dünya Yayınları, Istanbul 1958, sayfa 327-328. (Sansürsüz baskı).

[3] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, cild 2, Dünya Yayınları, Istanbul 1958, sayfa 360. (Sansürsüz baskı).

 

**********

 

Kadir Çandarlıoğlu

 

**********

 

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.com

*

*

One response to “M. Kemal Atatürk’ün çalışma usulü”

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Blog at WordPress.com.