Tarih Şuuru Ve Ehemmiyeti

Published by

on

Tarih Şuuru Ve Ehemmiyeti

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

tarih suuru tarihsel hafiza tarihini bilmeyen milletler geleceklerini insa edemezler lütfü özsahin“Aslanlar kendi tarihçilerine sahip olana kadar, avcılık öyküleri
avcıları yüceltmeye devam edecektir.”

Afrika Atasözü

***

Insanlığın tarihsel serüvenini dikkatlice incelediğimizde, tarihi güçlü olanların, çağının bilim ve teknoloji tekelini uhdesinde barındıranların, kuvveti ve sultayı elinde tutanların yazdığını ve yine toplumsal olaylara ve insanlığın geçirdiği tarihsel dönüşümlere güçleri yettiğince onların şekil verdiğini görürüz. Özellikle tahakküm altına alınan ve sömürülen toplumların geçmişlerinde kendilerinin onur duyacağı, övünebileceği büyük başarıları, kurmuş oldukları parlak medeniyetler olsa bile, tarihsel hafızaları, düşünme ve muhayyile güçleri kültürel emperyalizm yolu ile dumura uğratıldığından kendi tarihlerini doğru dürüst yazamadıkları gibi, varlığa, insanın yapıp etmelerine ve evrene bakış açısı getirebilecek bir tarihsel felsefeyi ise, hiçbir şekilde üretme gücüne ve kapasitesine de ulaşamazlar.(…)

Geri kalmışlık sorununun reçetesi Batı medeniyetinin bizlere dayattığı çürütücü modernite ve Batı tipi üretim ve tüketim olgularına dayanan bir bilim anlayışı ve kalkınma modeli değildir. Çözüm topyekün olarak kadim medeniyetimizin hakkı ve adaleti ikame eden engin tecrübesine dönerek onu günümüzün koşullarında tüm insanlığa cevap verecek bir şekilde yeniden inşa etmek, yeniden üretebilmektir. Yoksa reçete yaklaşık 250 yıldır jakoben bir tarzda medeniyet şemsiyesi altında bize dayatılan modernleşme, çağdaşlaşma ve batılılaşma söylemleri değildir. (…) Batının cilalanarak sunulan kokuşmuş değerleri ve alem tasavvurunun insanlığa barış, adalet ve mutluluk yerine acı ve göz yaşı getirdiği yadsınamaz bir gerçektir. Aslında Batı medeniyeti Hz. Isa’nın Incil’de buyurduğu şekliyle “badanalı mezarlara” benzemektedir. Öyle ki, dışarıdan bakılınca badanalı mezarlar, şaşalı, temiz ve göz alıcı gözükür. Fakat hakikatte içerisinde çürümüş, kurtların yediği kokuşmuş iskeletten başka bir şey yoktur. (…)

Büyük devlet ve millet olmanın bir yolu da, bir toplumun kendi tarih ve medeniyetinden çıkardığı, kendi kültürel kodlarını ve genlerini taşıyan, epistemolojik ve entelektüel temelini kendi kurduğu bir ilim ve irfan anlayışına sahip, kendi sosyal ve siyasal muhayyilesini önceleyen bir tarih ve felsefe anlayışını üretebilmesidir. Bunu gerçekleştiremeyen toplumlar kendileri aslan olsalar bile, avcıların çarpıtarak yeniden inşa ettiği, yalanlarla dolu tarih anlayışına, başka toplumların ürettiği, bir zamanlar kullanıldıktan sonra tarihin devasa çöplüğüne atılan fikirleri tüketmeğe mahkum olacaklarından dolayı, benliklerini ve kendilerini ayakta tutan değer yargılarını ve sembolleri yitirmek suretiyle ya sömürgeleştirileceklerdir, ya da tarih sahnesinden yok olup gideceklerdir. (…) Tarihsel hafızalarını kaybeden, ilahi kaynaklı ezeli ve ebedi değer yargılarını ve onu içselleştiren hayat biçimini, kendi yaşayışlarından tard eden toplumlar, gerçekten hafızasını yitiren bireyler, ya da kendilerine hayat bahşeden öz suyunu kaybeden çınar ağaçları gibi solmaya, sararmaya başlarlar ve asla bir daha toparlanamazlar. (…)

Fransız yazar ve Romancı Roman Roland şöyle der:

“Tarih bir tarladır, tarihçinin de cebinde kendi dünya görüşü ve felsefesine uygun bir planı vardır. Tarih tarlasına gider kendi planına uygun olan materyalleri toplayarak kendi dünya görüşü ve varlık anlayışına göre bir tarih ve toplum felsefesi inşa eder.”

Evet dünyada gücü ve sultayı elinde bulunduran tüm toplum ve devletler kelimenin tam anlamı ile tarihi böyle yazarlar. Bu güçlü olmanın, tarih sahnesinde ebediyete kadar kalmanın, yeni nesillere sosyal-siyasal muhayyile oluşturmanın kaçınılmaz bir gereğidir. Bundan dolayıdır ki, Ispanyada 10. Alfonso’dan itibaren Aragon kralı Ferdinand ve Kastilya kraliçesi Izabella dönemine kadar Endülüs Emevi Devletinde yetişen, birkaç istisna dışında, tüm Islam düşünürlerinin ve bilim adamlarının eserleri Latince ve Ispanyolca’ya çevrildi. Müslüman müelliflerin isimleri yok edilerek bu kitaplara ve eserlere Ispanyol ve Latin isimleri verildi. Bu çıkarılan bir kanunla yürürlüğe konuldu. Amaç şüphesiz Ispanyol milletinin ne denli büyük bir medeniyetin temsilcisi olduğunu ispat ederek Ispanyol ve Latin gençlerine tarih şuuru ve medeniyet perspektifi kazandırmaktı. (…)

Ispanya’da Müslümanların ilerleyişi Kilise ve Batılı aydınları o kadar derinden sarsmış ve etkilemiştir ki, bu ilerleyişin muhtemel sonucunu ve hedefini ünlü Ispanyol oryantalist Fernando Dozy şöyle ifade eder:

“Eğer Chars Martel Müslümanları Poiters’de (Puatya) yenmeseydi, Müslümanlar Ispanyadan kovulmasaydı Sorbon ve Cambridge Üniversitelerinde bugün Kur’an okutulacaktı.”

Dozy aynı zamanda “Arap-Islam fethi Ispanya için hayırlı olmuştur, çünkü bu fetih, önemli bir devrim yaratmış ve ülkenin asırlardır altında inim inim inlediği kötülüklerin bir kısmını yok etmiştir” diyerek Islam fethini Batıya katkıları açısından olumsuzlamamıştır. (Ispanya Müslümanları Tarihi, cild 2, sayfa 43,44.) Fakat Dozy’nin “Müslümanlar kovulmasaydı Sorbon ve Cambridge Üniversitelerinde bugün Kur’an okutulacaktı” şeklindeki beyanı karşısında “işte tarihsel hafıza budur ve tarih şuuru ancak böyle çarpıcı bir şekilde ifade edilebilir” demekten başka yapabileceğimiz bir şey yoktur sanıyorum.(…)

Hıristiyan tarih felsefesini içerisinde barındıran Tarih şuuruna ve bilincine sahip olan Ispanyol yöneticiler Müslümanları Iber yarımadasından atmayı, Akdeniz yahut Atlas Okyanus’una dökme idealini hiçbir zaman kaybetmediler. Öyle ki, Müslüman fatihler yerli Vizigot halklarının nezdinde işgalci olmaktan çok adaleti ve medeni değerleri temsil etmelerine rağmen, Kilisenin onlara kazandırdığı inanış ve tarih şuurunu her zaman korumayı ve ona göre hareket etmeyi başardılar ve sonuçta yani Kilise ve Greko-Romen değerlerin onlara aşıladığı tarihsel şuur ve kine dayanan hırs sayesinde yorulma ve dinlenme nedir bilmeden, her türlü insanlık dışı yöntemi deneyerek 800 yıl Ispanyada yaşayan, Ispanyayı imar eden, Batı bilim literatürünün ve olumlu bir çok reformların temellerini atan Müslümanları, bir daha gelmemek kaydı ile büyük bir soykırımla en son olarak Grenada’dan çıkardılar.

Ancak yüzyıllar sonra iş işten geçtikten sonra Müslümanların kurduğu kültür ve medeniyetin hakkı teslim edilebildi. Ispanyol yazar ve Romancı Blasco Ibanez bir konuşmasında şöyle der: “Zannedildiği gibi medeniyet ve ilim Ispanya’ya kuzeyden değil, güneyden Müslümanlardan gelmiştir.” (Blasco Ibanez la Catedral, sayfa 54.) (…)

Evet Müslümanlar Ispanya’da medeniyetin, insanlığın, ilim ve irfanın temsilcisi olmalarına rağmen tutunamamışlarsa, günümüzde sahip oldukları inanç ve medeniyet perspektifi hariç, her şeyi ile batı karşısında acze düşmüş bir Islam dünyası kendini Batının amansız ve çirkin saldırıları karşısında nasıl koruyacaktır ki? Bu örneği neden verdik, ülkemizde bazı aklı evvel yazarlar efendim Anadolu 1000 yıldır bizim toprağımız, Istanbul asırlardır Müslüman Türk yurdu, onların elimizden çıkması olası değildir şeklindeki derinliksiz düşüncelerinden ve tarih şuurundan yoksun siyasal muhayyilelerinden dolayı verdik.(…)

Yeni yetişen nesillere kendilerini tarih sahnesinde var kılacak tarih şuuru ve felsefesi verilmediği sürece, Hıristiyanların sürekli kutsal topraklar, “Kilisenin Kutsal Toprakları” (Holly Lands of Church) Havarilerin cirit attığı kutsal mekanlar diye adlandırdıkları Anadolu ve Istanbul’un elimizden çıkmaması için geçerli, makul hiç bir neden yoktur. Düşünün ki, biz Istanbul’u feth edeli, henüz Ispanyanın fethi gibi 800 yıl dahi olmadı.(…)

Maalesef dünya Müslümanları, Islam’a bağlı toplumlar ve milletler çağımızda kendi tarihlerini ve Tarih Felsefelerini yazmaktan ve inşa etmekten aciz olduklarından neredeyse tutsak olmanın eşiğine gelmişlerdir. Bir örnek verecek olursak bugün Türkiye’de Osmanlı’yı yok saymaya çalışan, yahut Osmanlıyı bizim tarihimizin en önemli parçası olarak algılayan tarihçi zevatlar, bırakın Osmanlı tarihini tam olarak kuşatıcı bir şekilde yazmayı, henüz Osmanlı belgelerini bile tam olarak tasnif edememişlerdir. Eğer tarihçilerin, yeni yetişen nesillere tarihsel bir derinlik ve bakış açısı kazandırmakla mükellef devletin durumu buysa, düşünün sıradan halkın durumu nasıl olacaktır. Evet onlar da zaten fazla değil iki nesil önce dedelerinin mezar taşını bile okuyamazlar. Dedelerinin mezar taşını bile okumaktan aciz ve cahil bırakılan bir halk nasıl tarih şuuruna sahip, kendi tarih felsefelerini yazacak, oluşturacak ve aynı zamanda onun üzerine vizyonu olan bir gelecek ve medeniyet perspektifi inşa edecek tarihçiler ve filozoflar çıkarabilir ki?

Bu asla mümkün değildir. Yukarıda söylediğimiz gibi kendi dedelerinin mezar taşını okuyamayan toplumlar, kendilerine hayat bahşeden medeniyetlerinin tüm anlamlarını ve iddialarını kaybettiklerinden dolayı, yavaş yavaş tarih sahnesinden silinmeye doğru kanalize olurlar. Bunu durdurmanın tek yolu elbette bir toplumu ayakta tutan tüm değer ve yargıları yeniden keşfetmek ve çağın koşullarını dikkate alarak yeniden inşa etmektir. Bu nedenle tüm inananlar eğer şerefli ve başı dik, nesillerini, kültür ve medeniyetlerini devam ettireceklerse en azından Kur’an merkezli bir tarih felsefesini içselleştirmeleri kaçınılmazdır. (Lütfü Özşahin’in “Kur’an merkezli” ifadesinden Sünnet inkarcılığı anlamı çıkarılmamalıdır. Burada, Batı taklitçiliği yerine Islam geleneğine dönüş kastedilmektedir. Zira Özşahin aynı eserinde Islam geleneğinin ehemmiyetine vurgu yapmakta ve Muhammed Abduh, Reşit Rıza ve Fazlurrahman gibileri -ki bunlar Sünnet’e gereken ehemmiyeti vermiyorlardı- “modern bir paradigmadan beslendiklerinin farkında olmadan Batının dayattığı kültür ve gelenekleri yok edici modernite karşısında mücadele ettiklerini sanmakla” eleştirmektedir. Bakınız; aynı eser sayfa 26.: Kadir Çandarlıoğlu)

Batılı tarihçilerin yaptığı karanlık çağ, orta çağ, yeni çağ, Rönesans, reform, aydınlanma, Isa’dan önce yahut Isa’dan sonra gibi sınıflamalar, Çinli, Hintli, Endonezyalı, hatta biz Osmanlı bakiyesi olan Türkler, Müslümanlar için ne anlam ifade edecektir. Avrupalıların Orta Çağın karanlığı dedikleri dönem Emevi, Abbasi, Selçuklu hatta Osmanlılar için aydınlıktır. Şam’da, Bağdat’ta, Buhara’da, Cündişapur, Kahire, Kurtuba ve bilahare Istanbul’da olan ilim ve kültür hayatı mübalağasız dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Hatta Islam toplumları dönemlerinin en yüksek ilim, kültür, sanat ve teknik anlayışlarını üreten medeniyetlerini temsil etmektedirler ki; bu yüksek kültür ve uygarlığın Rönesans, Reform dönemlerinden itibaren astronomide Tico Brahe, Kpernikos, Galileou, felsefede, Aziz Anselm, Thomas Aquninas, R. Becon, Decartes, Spinoza, Kant ve nihayet W. F. Hegel’e, edebiyatta Dante ve Goethe’ye, tıpta Harvey’e, deneysel ilimler ve fizikte Roger Bacon ve Newton’a kadar Batı uygarlığını nasıl etkilediğini yazmak ciltlerce kitap yazmayı gerektirecek bir konudur. (Mehmet Niyazi, Medeniyetimizin Analizi, Ve Geleceği, sayfa 85-113.)

Ancak hemen belirtelim ki, Islam medeniyetinden etkilenen Batı Islam’ın hikmet boyunutu almamıştır. Ondan devşirdiği ilim, fikir ve felsefe birikimini tabiri caizse sekülerleştirerek profanlaştırmıştır. Yani din ile olan bağlantısını kesmiştir. Evet konuya devam edersek, Budist ve Konfüçyanist olan bir Çinli ve Hintli bir birey için hatta bir Yahudi için Isa’yı merkeze alan MÖ. veya MS.’nın ne anlamı olabilir ki? Zira her medeniyetin gelişimi, ilk, orta, yeni çağı, Rönesansı, reformu, aydınlanması, yükselişte veya çöküşte olması, ve nihayet ortadan kalkması tamamen kendine özgüdür. Yani belli bir medeniyet ve toplumun tarihsel gelişimi ve yazgısı, küresel ölçekte tüm dünya uygarlıkları ve kültürleri için genelleştirilemez. Bu, büyük düşünür Ibni Haldun’dan itibaren bilinen bir gerçektir. Fakat ne hazindir ki, Türkiye dahil kendi tarih felsefelerinden yoksun, kendi tarihsel kökenlerini ve gelişimlerini, kendi benliklerini ve tarihsel akıllarını yadsıyarak, takvime, milli ve dini bayramlara kadar her şeyi, tepeden inmeci bir yöntemle, ancak Batılı toplumlar için anlam ifade eden Gregoryan-Miladi zaman dönemlerine bağlanan üçüncü dünya ülkelerinin tarihsel hafızaları, işbirlikçi yanları ile tanıdığımız yerli tarihçi, siyasetçi ve yazarların da desteğiyle, Batılılaşma denilen alinasyon programı yoluyla dumura uğratılarak kaosun ve yok oluşun içine itildiler. Kendi tarihsel serüvenlerini kendi kültür ve medeniyetine göre milad-başlangıç sayılabilecek önemli toplumsal ve tarihsel hadiselere göre dönemlendirmekten, tasnif etmekten aciz olan ve bu yüzden kendi tarihini yazamayan başka medeniyet ve toplumların tarihsel yazgılarını kendi yazgıları zanneden veya zannettirilen toplumlar nasıl kişilik sahibi olabilirler? Nasıl küresel ölçekte belirleyici güç olabilirler ki? (…)

Tarihsel hafızalarını kaybeden toplumlar sosyal muhayyilelerini de yitireceklerinden dolayı soyutlama yetilerini yitirerek düşünemez bir hale düşüp, yönlendirilme ve yönetilmeyi bekleyen sürüler gibi sömürülmeye elverişli hale gelirler.

**********

KAYNAK:

Prof. Dr. Lütfü Özşahin, Kaosun Jeopolitiği ve Dinler Arası Diyalog, Rağbet Yayınları, Istanbul 2005, sayfa 18 ve devamı. (Yazıyı kısalttık) Not: Bir yazardan yaptığımız alıntı, o yazarın tüm görüşlerine katıldığımız anlamına gelmez.

**********

Kadir Çandarlıoğlu

**********

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

www.belgelerlegercektarih.com

*

*

One response to “Tarih Şuuru Ve Ehemmiyeti”

  1. stahlmann99 Avatar

    Reblogged this on YAVUZ SULTAN SELİM HAN.

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Blog at WordPress.com.