Hataylı gazeteci Enver Aysever’e yılın kapağını yaptık!

Published by

on

Hataylı gazeteci Enver Aysever’e yılın kapağını yaptık!

*

Enver Aysever Hatay m.kemal Atatürk Kadir Candarlioglu enver aysever kapak

***

Hatay’ın Türkiye’ye ilhakına dair mukavele 23 Haziran 1939’da imzalandı. M. Kemal ise 10 Kasım 1938’de öldü.

*

Enver Aysever Hatay m.kemal Atatürk Kadir Candarlioglu enver aysever kapak aksam gazetesi 23 haziran 1939

23 Haziran 1939 tarihli Akşam gazetesi…

***

Bazıları da; “Atatürk olmasaydı babanın kim olduğunu bilmezdin” diyorlar. Bu mantığı Enver Aysever’in babasına da tatbik edelim mi?…

Tabii ki etmeyelim…

Bahsi geçen twitin linki burada:

 

.

**********

.

Kadir Çandarlıoğlu

.

Paylaşım Şartı:

Paylaşmak istediğiniz bir yazı, görsel vs. varsa, alakalı yazıya gidin ve yukarıdaki adres çubuğunda görülen linki kopyalayıp paylaşmak istediğiniz yere yapıştırın. Yani YALNIZCA LİNK PAYLAŞIMINA MÜSAADE EDİYORUZ. Ayrıca yazının sonunda “facebook” veya “twitter”ın sosyal medya paylaşım butonları var. O butonlara tıklayarak da paylaşılabilir. Başka türlüsüne hiçbir surette rızamız yoktur.

*

18 responses to “Hataylı gazeteci Enver Aysever’e yılın kapağını yaptık!”

  1. Hakan Avatar
    Hakan

    Bizim haddimizi ve hududumuzu İslam belirler. Herkes kendi hududlarını başkalarının hududlarına dayatmamalı

  2. Yüksel Taranoğlu Avatar
    Yüksel Taranoğlu

    “Atatürk olmasaydı, Fransızlar Antep’ten sonra ülkenin bütününü işgal eder, kadınların örtüsünü başından çeken askerlerin baskısı altında kalırdık. Başı örtülü kızlar okullarda okuyamaz ve başörtülü memur olunamazdı. Annesi ve karısı örtülü diye, namaz kılıyor diye subaylar ordudan atılırdı.

    Atatürk olmasaydı, İtalyanlar bir yolunu bulup geçmişimizle bağımızı koparmak için harf devrimi yapar. Mesela yeryüzünün en değerli kütüphanelerinden Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki el yazma eserleri en az 90 yıl sustururdu. Bununla da yetinmez, Müslümanların halifesini aşağılayarak yurtdışına sürerdi.

    Atatürk olmasaydı, İngilizler Kastamonu’ya aniden çıkarma yapar. Churchill herkesi şapka giymeye zorlardı. Şapka giymeyi reddeden vatandaşları için seyyar mahkemeler kurar, seri idamlar yaptırırdı. Hatta şapka kanuna karşı çıkıyor diye iki önemli şehri Rize’yi ve Trabzon’u denizden bombalatırdı.

    Atatürk olmasaydı, Amerikalılar ülkenin yönetimini ele geçirir. Seçilmiş ilk meclisi zorla dağıtır. Ali Şükrü gibi vatansever düşünürleri öldürtür. Kendi keyiflerine göre kurdukları meclis sayesinde, ülkeyi en az 30 yıl tek parti ile yönetirlerdi. Kendi adamları dışında kimseye oy hakkı vermezler, seçilme hakkı tanımazlardı.

    Atatürk olmasaydı, Hitler ülkeyi işgal eder. Türk ırkını üstün ırk ilan eder, Kürtleri, Rumları ve Ermenileri aşağı ırk sayar. “Türkiye Türklerindir” dedikten sonra kendilerini Türk saymayanları Anadolu’dan sürerdi. Hitler bununla da yetinmez, Dersim’de sırf Kürt diye çoluk çocuk, kadın erkek on binlerce savunmasızıbombalarla imha ederdi.

    Atatürk olmasaydı, Ruslar Anadolu’yu ele geçirir, camileri ahır yapardı. Medreseleri kapatırdı. Devrin en önemli düşünce odakları olan tekke ve zaviyeleri yasaklardı. Ezanı susturur, yerine anlamsız gürültüler koyardı.

    Atatürk olmasaydı, İstanbul Yunanlılara kalırdı.Yunanlılar Fatih Sultan Mehmed’den Bizans’ın intikamını almak için Ayasofya Camiini müzeye çevirirdi.
    Neyse ki Atatürk geldi de bunların hiçbirisi olmadı 😁

  3. Her şey göründüğü gibi değil Avatar
    Her şey göründüğü gibi değil

    Şu sıralar M.Kamal’i muhafazakar göstermeye çalışan bir “Ya istiklal ya ölüm” dizisiyle beyinler yıkanıyor.Kemalist masonlar baktılar, “Atatürk dinsizdi” diyebilecekleri kadar dinsizleştirip milleti,kabullendiremiyorlar;”bir de Atatürk dindardı.Din istismar aracı;o yüzden laiklik”(!) diye desiselere başvuruyorlar.
    Halide Edip Adıvar dahi aldanmıştı.Milli mücadele kahramanlarına saygımız sonsuz,şehit düştüler,HAK yolunda CİHAD ettiler,ama yahudilerde oyun bin bir türlü.Kale içeriden fethedildi.Başörtüsü yasaklandı,mukaddesatımız tahrif edildi;”Tanrı uludur” dendi,Frengileştik,gavurlaştık.Şeriatçi Osmanlı’nın fethettiği topraklarda şimdi gûya Türk(!) ırktaşları,dindaşları(!) tarafından onlara küfürler ediliyor.
    Milli mücadelede rol alan Halide Edip Adıvar dahi aldanmıştı.

    “Diktatör,kalpsiz,batıl inançlı,odasında büyü asılı” demiş M.Kamal hakkında İngilizce yazmaya cesaret edip.Cumhuriyetin ilk yıllarından M.Kamal ölene değin,mücadele ettiği öz vatanında yaşayamamış.Sonra o ölünce,geri gelip SAĞCI olan Demokrat Parti’ye katılmış.CHP’yle asla anlaşamamış.

  4. seyfullahinanc Avatar
    seyfullahinanc

    Cenab-ı ALLAH ,Hepimize hakkı batıldan ayırma kabiliyeti versin,İnşallah.İnsan yaradanını bilmezse bütün sözler nafile…

    Windows 10 için Posta ile gönderildi

  5. Atatürk'ün askeri Seni siksin Avatar

    Hataylilar siksin seni emi gercektarih bir mka tarihi sahte osmanli tarihi sdn sakrak sana gercemtarih dememeli osmanli sarayinda baban köpekti belli kk şimdi sen yeni sarayın köpeğisin amna kodugumun yalancısı seni az Osmanlı’dan söz et götun yiyorsa hareminden başla

    1. Yavuz Avatar
      Yavuz

      Sizde anca bu kadarsınız zaten, küfür küfür küfür…

    2. ŞanlıOsmanlı Avatar
      ŞanlıOsmanlı

      Kölelik ve cariyelik kavramlarının, toplumumuzda ayrı kavramlar olarak algılandığını ve özellikle câriye kelimesinin çok yanlış manalarda kullanıldığını esefle müşahede ediyoruz. Bu sebeple kelime ve kavramlar üzerinde kısaca duracağız.

      Burada önemle ifade edilmesi gereken husus şudur: Köle tabiri ile câriye tabiri arasında hukukî muhteva itibariyle hiçbir mana farklılığı yoktur. Her ikisi de rıkkıyet yani kölelik manasını ifade etmek üzere kullanılmıştır. Sadece köleliğe maruz erkekler için kul veya köle tabiri kullanılırken, köleliğe maruz kadınlar hakkında da câriye veya eme tabiri kullanılmaktadır.

      Toplumda yerleşen mana ise, câriye denilince, “sahibinin ve efendisinin istediği zaman cinsi duygularını tatmin için bir zevk aleti olarak kullandığı kadınlar” şeklindedir ki, bu mana İslâm Hukuku açısından doğru değildir. Câriye denilen kadın köleler ile efendilerinin, İslâm Hukukunun aradığı şartlara uymak kuralıyla karı-koca münâsebetine girmeleri ve meşru’ dairede bunu bir evlilik müessesesi gibi yürütmeleri mümkündür. Ancak her câriye, efendisi ile karı-koca münâsebetine giriyor demek değildir. Kur’ân-ı Kerim’deki şu âyet de bahsettiğimiz ayırımı açıkça ifade etmektedir:

      “Aranızdaki bekârları, erkek kölelerinizden ve cariyelerinizden (Kur’ân, burada kadın köleler için imâ kelimesini kullanmıştır) durumu müsait olanları evlendiriniz. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lütfü ile onları zenginleştirir.”(Nur, 24/32)

      Şimdi sormak gerekmiyor mu? Eğer her câriye, efendisinin cinsî münasebetleri için kullandığı bir zevk âleti ise, bir efendi, Kur’ân’ın bu emri gereği başkasıyla (Bu, hür veya köle bir erkek olabilir) evlendirdiği cariyesi ile yine karı-koca münasebetini sürdürecek midir? Hâşâ!.. Böyle bir hükmü İslâmiyet tasdik edemez. Peki nasıl olacak? Efendi, cariyesini evlendirecek. Cariyesi, başkasının karısı olacak. Ancak tıpkı bugün özellikle evlerde çalışan hizmetli kadınlar gibi, fakat kölelik statüsünde olarak efendisinin evine gelip hizmetlerini görmeye devam edecek. Efendisinin kölesi ve kocasının da karısı olacak. Demek ki, câriye demek, kadın köle demektir; efendisiyle istediği gibi karı-koca hayatı yaşayan ortalık kadını demek değildir.

      Peki cariyelik kavramında, efendisi ile karı-koca hayatı yaşayan köle kadın manası yok mudur? İslâm hukukunda, câriye ile karı-koca hayatı yaşama hakkına “istifraş hakkı” veya “teserri” denmektedir. Şerî şartlar ve hükümler çerçevesinde, bu statüde olan cariyeler de vardır. Ancak bunlar, evli kadınlardan çok az hükümlerle ayrılmaktadır. Sadece efendisi ile yatıp kalkmakta ve bunun için de belli sınırlar bulunmaktadır.1

      Kölelik ve cariyeliği ilk defa İslâm Hukuku mu vazetmiş ve daha önce yokken yeni mi ortaya koymuştur?

      Maalesef kölelik ve cariyelik müessesesi İslâmiyet’ten önce yokmuş da, İslâmiyet getirmiş gibi İslama hücum edilmektedir. Halbuki İslâm’ın hükümleri iki kısımdır:

      Birincisi; İslâmiyet’in, daha önceki hukuk sistemlerinde yok iken, ilk defa kaide olarak ortaya koyduğu yani İslâm’ın müessisi olduğu hükümlerdir. Zekât gibi, miras payları gibi. İslâm âlimlerinin açıklamasına göre, bu çeşit hükümler, yüzde yüz insanoğlunun yararınadır; insanlar tarafından anlaşılmasa da hikmetleri ve maslahatları vardır.

      İkincisi; İslâmiyetin ilk defa ortaya çıkarmadığı ve belki daha evvel var olup da İslâmiyetin sonradan tadil yoluna gittiği yani İslâmiyetin muaddil olarak rol oynadığı hükümlerdir. Yani İslâmiyet bu hükümleri ilk defa ortaya çıkarmış değildir. Belki bu hükümler, daha önceden çeşitli toplumlarda ve hukuk sistemlerinde vardır ve vahşî bir şekilde uygulanmaktadır. İslâmiyet, bu tür hükümleri, birden bire kaldırmak insan yaratılışına aykırı olduğu için, tadil etmiştir. Vahşî bir suretten medenî bir kalıba sokmuştur.

      Kölelik ikinci çeşit hükümlerdendir. İslâmiyet, daha evvelki toplumlarda yok iken köleliği getirmiş değildir. Belki daha önceki toplumlarda var olan köleliği tadil ederek kabul eylemiştir.

      Gerçekten de İslâmiyet geldiği zaman, Arap Yarımadasında yaşayan insanların yarıya yakını köle idi. Her insanın evinde mevcut olan nüfusun yarıya yakını ve bazen fazlası kölelerden oluşuyordu. Eğer İslâmiyet, kölelik müessesesini birden kaldırsaydı, hem köle sahibi efendiler ve hem de kölelerin kendileri açısından çok büyük sıkıntılar meydana gelecekti. Efendilerin, asırlardır alıştıkları bu işten birden bire vazgeçmeleri fıtratlarını değiştirmek kadar zor olacaktı; belki de İslâmiyetin kaldırıcı emrine itiraz ettikleri gibi, bazı zulümlere de yol açacaklardı. Köleler ise, çoğunlukla aile hayatından kopuk ve uzak bir hayat yaşadıklarından dolayı, sokağa atılmış sahipsiz yetim çocuklar gibi olacaklardı. Bu da sosyal ve ekonomik bir felâket demekti. Ahmed Cevdet Paşa’nın ifadesiyle “Müslümanlıkta köle almak, köle olmaktır.”

      İslâmiyet neden köleliği birden bire ortadan kaldırmadı?

      “Neden İslâm hukuku, bu tür müesseselerle köleliği tedricen kaldırmayı gaye edindiği halde, birden bire köleliği lağvetmedi?” sorusuna Hz. Peygamber (asm), sosyo-ekonomik açıdan çok önem arz eden bir cevap vermektedir: Bilindiği gibi âyette mükâtebe akdi “Eğer onlar hakkında hayırlı olduğunu biliyorsanız” şartına bağlanmıştır. Bu hayırlı olmayı, Hz. Peygamber (asm) şu ifadeleri ile açıklamaktadır:

      “Yani bir san’at sahibi olup da kendi geçimlerini temin edecek durumda iseler ve hayatı tek başına yürütebilecek güç kendilerinde var ise, akid yapınız. Aksi takdirde onları insanların üzerine yırtıcı köpekler gibi salıvermeyiniz.”

      Yani ister mükâtebe akdiyle veya isterse başka yollarla köleleri hürriyetlerine kavuşturarak âzâd etmek de her zaman hayırlı değildir. Düşünün ki, cemiyeti teşkil eden fertlerin yüzde ellisi köledir. Bir anda bunları hürriyetlerine kavuşturup sokaklara başıboş salıverdiğinizi tasavvur ediniz. Cemiyet hayatı felç olacaktır. Yıllarca belki asırlarca başkalarının yanında çalışmaya alışmış ve müstakil hayatı hiç denememiş insanları birden sokağa salıverirseniz, hem sosyal açıdan ve hem de ekonomik açıdan bu insanları felâkete sürüklemek manası taşıyacaktır. Köleliğin tedricî olarak kaldırılmasının en önemli hikmetlerinden birisi de budur2.

      İslâmiyet kölelikle ilgili yeni olarak ne getirmiştir? Diğer sistemlerden farklı olan yönleri nelerdir?

      İslâmiyet, daha önceki hukuk sistemlerinde bulunan kölelik müessessini iki açıdan medenî bir kalıba sokmuştur:

      Evvelâ; köleliğin sebeplerini hafifleştirmiştir. Daha önce ve özellikle Roma ve benzeri hukuk sistemlerinden dokuz ona çıkan kölelik sebeplerini ikiye indirmiştir. Ayrıca insanlığın fıtratına ters olan bu müesseseyi ortadan kaldırmak için çeşitli tedbirler almıştır. Köle âzâd etmenin manen teşvik edilmesi; kölelere imkân tanınarak bedelini ödemek şartıyla âzâd olabilme imkânının verilmesi (mükâtebe); kölelerin bu durumdan kurtarılması için onlara zekât verilmesinin tavsiye edilmesi ve zıhâr, yemin bozma ve benzeri bazı suçlardan dolayı dinî bir müeyyide olarak konulan keffâretlerin birinci alternatifi olarak köle âzâd etmeyi şart koşması, bunlara misâl olarak verilebilir.

      Saniyen; köleliğin medeni hale sokulmaya çalışılmasının ikinci yolu da mevcu kölelelere meşru dairede iyi muâmele edilmesini ısrarla tavsiye etmesidir. Bugün bile bir kısım Müslümanlar sırf Müslüman oldukları için, medeniyim diyen insanlar tarafından öldürülürken ve onlara temel hak ve hürriyetleri dahi çok görülürken; İslâmiyet, köleri, bulundukları ailenin fertleri gibi kabul etmiş ve korumuştur. Hatta Osmanlı arşivlerinde bulunan mahkeme kararlarında Hristiyan kölelerin yemin ederken dinî inançlarına uygun tarzda yemin etmesi ve mesela “İncil’i Hz. İsa’ya indiren Allah’a yemin ederim ki …” demesi, bu zikrettiklerimize en müşahhas delilidir.

      O halde İslâm hukukundaki kölelik müessesesini, esirlik ve kölelikten hürriyete geçiş safhası olarak vasıflandırabiliriz. Bunun nasıl yürüdüğünü biraz sonra tafsilatıyla nlatacağız. İslâm Dini geldiğinde, kölelik, bütün dehşetiyle devam eden sosyal bir vakıaydı. İslâm hukuku, yukarıda izah ettiğimiz şekilde tedbirler alarak, köleliği istisna bir müessese haline getirdi.

      Toplumun yarıya yakınının köle olduğu bir durumda, kölelik müessesesini birden ilga etmek, hem köle sahipleri ve hem de daima bir efendinin yanına sığınmış olan köleler için, sosyal ve ekonomik açıdan mümkün değildi. Hedefi insanları küfürden kurtarmak olan bir Peygamber (asm)’in, senelerce toplum fertlerinin ülfet ettiği, ahlaken ve hayat itibariyle imtizaç ettikleri bu müesseseyi, birden bire ilga etmesi, irşadın ruhuna da aykırıdır. İşte bu sebeple İslâmiyet kölelik müessesesini hemen ilga etmemiştir. Fakat olduğu gibi de bırakmamıştır. Tedricen ortadan kaldırmak için, önce köleliğin menbaını kurutmaya, izlerini azaltmaya ve o günlerde câri olan hükümlere aykırı olarak kölelere de normal insan gibi nazar etmeye insanları teşvik etmiştir. Burada Gustav Lebon’un şu tesbitlerini aktarmak yerinde olur kanaatindeyim:

      “Rık, yani kölelik kelimesi, otuz sene önce kaleme alınan Amerikan romanlarını okumaya alışan bir Avrupalının önünde telaffuz olunursa, derhal hatırına, ayaklarına ağır zincirler, ellerine demir kelepçeler takılan, sopalarla dövülerek hayvan sürüleri gibi bir yerden bir yere sevk edilen, bedbaht ve yeterli ekmeğe bile kavuşamayan, karanlık bir taşdan başka evi ve barınağı olmayan o Amerikan köleleri gelir. Ben burada bu durumu isbât etmek üzere ayrıntılara girecek değilim. Fakat gerçek şudur ki, İslâmiyet’teki kölelik Hristiyanların anladığı manadaki kölelik müessesesine tamamen aykırıdır.”3

      Yani bu ikinci nokta ile söylemek istediğimiz şudur: İslâmiyetteki kölelik ve cariyelik müessesesi, Hristiyan âleminde bilinen köleliğe benzememektedir ve İslâmı bilmeyen insanların anlattıkları gibi değildir.

      İslâm Hukukunda cariyelerin hukukî statüleri nelerdir? Efendiler cariyeleri ile karı koca hayatı yaşayabilirler mi? Bunun kaynağı nedir?

      – Acaba, İslâm hukukunda cariyelerle efendileri sınırsız bir karı-koca münasebetine sahip midir?
      – Cariyeler, bugünkü metresler gibi, her gücü yeten hür erkek ile yatıp kalkmakta mıdırlar?
      – Cariyeler, cinsî zevkleri tatmin için kullanılan zevk âleti midirler?

      Maalesef cariyelik müessesesi denilince, bugün için kamuoyunda bu tür manalar akla geldiğinden, bu soruları sorarak konuya girme mecburiyetini hissettik. Aslında buraya kadar yaptığımız izahlar ve özellikle kölenin hukukî statüsü ile ilgili hükümler, bütün bu soruların cevabının “Hayır!..” olduğunu haykırıyor. Câriye, kadın köle demektir. Cariyeler de diğer köleler gibi, İslâm Hukukunun köleler için tesbit ettiği hukukî statüye sahiptir.

      İslâm Hukukundaki cariyelerin çoğunluğu, asrımızdaki işçi kadınlar veya evlere gelen hizmetçi kadınlar gibidirler; değişen sadece isimleridir. Yani her câriye ile illa da karı koca münasebeti akla gelmemelidir. Başkalarının hanımı bulunan ve sadece efendisinin evindeki hizmetleri görmekle mükellef olan cariyelerin sayısı, belli şartlar çerçevesinde karı-koca hayatı yaşanılan cariyelere nisbetle en az on katıdır. Bugün hizmetli kadınlar ile işverenleri arasında hangi münâsebet varsa, İslâm Hukukunda da câriye-efendi arasında o münâsebet vardır. Kendisi ile efendinin karı-koca hayatı yaşayan cariyenin efendisiyle olan münâsebeti ise, çok az hükümler dışında hür kadın ile kocası arasındaki münâsebet gibidir.

      Efendinin, cariyesi ile karı-koca hayatı yaşama hakkına “istifrâş hakkı” diyoruz. Efendinin köle veya câriye üzerinde sahip olduğu mülk-i menfaatten kaynaklanan onları çalıştırma hakkına ise “istihdam hakkı” diyoruz. Câriye demek, efendinin birinci derecede istihdam hakkı bulunduğu kadın köle demektir. Efendilerin istifrâş hakkına, yani istedikleri zaman cinsî münasebet hakkına sahip oldukları cariyelerin hususî statüleri vardır.

      Bu hususî statü incelendiğinde görülecektir ki, bugün gayri meşru bir şekilde yürütülen ve adına metres, sevgili yahut aşk hayatı denilen gayri meşru ilişkilere göre aranan şartlar altında câriye hayatını devam ettirmek, zikredilenlere kıyasla evlilik kadar mükemmeldir. Nitekim bu manayı Kur’ân da tesbit etmiş ve özellikle cariyeler üzerindeki eğer var ise, istifrâş hakkının şartları çerçevesinde ve fuhşa sevk etmeyecek şekilde kullanılmasını ısrarla tavsiye etmiştir:

      “Şimdi cariyeleri efendilerinin izniyle nikahlayın ve herhangi bir mazeret ileri sürmeden maruf bir şekilde mehirlerini verin; ancak iffet sahibi cariyelerle zinadan ve onları gizli dost hayatı yaşamaktan, yani metres edinmekten şiddetle kaçınmak şartıyla…”(Nisa, 4/25)

      Fuhşa zorlanan cariyelerin Mâlikî ve Hanbelî hukukçulara göre hürriyetlerine kavuşacaklarını biliyoruz.

      Diğer taraftan ise, Kur’ân, cariyeleri mümkün mertebe evlendirmeyi ve onları aile hayatına kavuşturmayı tavsiye ve teşvik eylemektedir:

      “… Cariyelerinizden evlenmeye uygun olanları evlendirin; eğer onlar fakir iseler de, Allah onları fazlu ihsanı ile zenginleştirir.”(Nur, 24/32)

      Bu kısa genellemeden sonra şimdi de cariyelerin ayrı ayrı statülerini görelim: Yukarıdaki hükümlerden anladık ki, köle olan kadınlar yani cariyelerin iki ayrı statüsü vardır: Birincisi; “hizmetçi” statüsündeki cariyeler. İkincisi; bazı farkları ile birlikte “istifrâş hakkı” bulunan eş statüsündeki cariyeler. Bu kısımla ilgili ayrıntılı bilgiyi, Fâtih döneminde verdiğimizden burada ayrıntıya girmiyoruz4.

      Hizmetçi statüsündeki cariyeler ne demektir? Bunlarla karı-koca ilişkisi mümkün değil midir?

      Bunlardan kasıt, efendilerinin kendileri üzerinde istifrâş hakkı bulunmayan yani cinsi münasebet hakkı olmayan, sadece istihdam hakkı bulunan cariyelerdir. Bu tür cariyelerle efendisi dahil kimsenin cinsi münâsebet kurma hakkı yoktur. Bu cariyeler, İslâm hukukunun hükümlerine göre, efendilerinin iznini alarak hür veya köle başka erkeklerle evlenmişlerdir veya evlenebileceklerdir. Daha evvel zikrettiğimiz gibi, başka erkeklerle evlenmek için kasden efendinin cariyesine izin vermemesi halinde, mahkeme yoluyla cebredilebilir. Biraz önce zikrettiğimiz âyet de bu manaya işaret etmektedir.

      Cariyesi başkası ile evli ve nikâhlı olan efendinin câriye üzerindeki istihdam hakkı ortadan kalkmaz. Çünkü başkasının cariyesi ile evli olan hür veya köle bir erkeğin eşinin diğer eşlerden farkı da buradan kaynaklanmaktadır. Böyle bir câriye, kocasına karşı sorumlulukları olduğu kadar, bugünkü tabirle hizmetçisi ve o günkü tabirle cariyesi olması hasebiyle efendisi ile de bir iş münâsebeti vardır.

      Cariyenin kocasının tebvi’e hakkı yoktur. “Tebvie hakkı”ndan kasıt, başkasıyla evli olan cariyenin kocasının evinde onunla birlikte olması ve efendisinin evinde veya işinde ona hizmet etmemesi demektir. Kocamla beraberim diyerek, efendisi olan insanın hizmetini ihmâl edemez. Ancak efendisi bu hakkı cariyesine verebilir.

      Bu durumdaki cariyenin, efendisi ile münasebeti, sadece iş münâsebetidir. Efendisine yemesinde, içmesinde, temizliğinde veya başka işlerinde hizmet edecektir. Kocası ile karı-koca hayatı yaşayayım diye efendisinin hizmetlerini ihmal eylemeyecektir. Kocası ile “tebvie hakkını” elde etmişse, efendisi artık nafakasını temin etmekten vazgeçer. Yani asıl olarak kocası ile yaşayan ve efendisine arada sırada uğrayıp bazı hizmetlerini gören cariyenin nafaka hakkı, kocası üzerinedir. Tebvie hakkı olmayan ve asıl itibariyle efendisinin hizmetleriyle meşgul olan cariyenin nafaka hakkı ise, efendisine aittir.

      Tesbit ettiğimiz kadarıyla, bugün Türkiye’nin meşhur zenginlerinin birinin İstanbul Boğazı’ndaki yalısında yirmiye yakın kadın hizmetçi vardır. Her halde bu hizmetçilerle, bunları hizmetçi olarak çalıştıran zenginimizin cinsî münâsebete girdiğini düşünemezsiniz. Bu hizmetçilerin görevleri, sabahtan gelip ve hatta bazıları köşkte gece de kalıp yalının yemek, temizlik ve benzeri hizmetlerini yürütmektir. Bu hizmetleri karşılığında işvereninden ücretini alacaktır. Hizmetçi statüsündeki cariyelerin de bunlardan isim ve bazı hükümler dışında ciddi bir farkı yoktur.

      Osmanlı Sarayı’nın Harem kısmında bazı tarihçiler tarafından verilen “60, 70 ve hatta 100 câriye vardı” şeklindeki ifadelerden de hizmetçi statüsündeki cariyeleri anlamak icabettiğini arşiv belgelerinden öğreniyoruz. Böyle bir cariyenin, kocası olan hür veya köle erkek ile münâsebeti ise, tamamen karı-koca münâsebetidir. Ancak eş olarak münâsebetleri, efendisi ile olan iş münâsebeti sebebiyle sınırlandırılmıştır. Hatta bazı hukukçular, işini ihmal eder korkusuyla, kocasından çocuk sahibi olma konusunda efendisinin rızâsına baş vuracaktır demektedirler. Hizmetçi statüsündeki cariyelerin, başkalarının hanımı olan hür kadınlardan ayrıldığı bir nokta da, efendisinin evinde ve işinde onun hizmetlerini ifa ederken, hür kadınlara göre daha serbest davranmasıdır5.

      Hizmetçi statüsündeki cariyeler, kiminle karı-koca hayatı yaşârlar?

      Bu sorunun cevabını da kısaca izah etmek gerektir:

      Birinci ihtimâl, bunlar, ya kendileri gibi köle olan bir erkek ile efendilerinin iznini alarak evlenebilirler. Havâss-ı Kostantiniyye Kanunnâmesi’nde cariyelerin kullar yani erkek kölelerle evlenmeleri konusunda ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Burada beytülmala ait hâssa kullar ile hâssa cariyelerin yani devlete ait olan cariyelerin hangi şartlarda ve nasıl evlenecekleri konusunda uzun bilgiler bulunmaktadır. Kendileri gibi köle erkeklerle evlenmeleri durumunda, doğacak çocukları da doğumla kölelik statüsüne sahip olurlar. Önemle ifade edelim ki, köleler, Hanefi hukukçulara göre en fazla iki cariye ile evlenebilirler. Yani onlarda birden fazla evliliğin sınırı, ikidir. Mâlikî Hukukçular, tıpkı hür erkekler gibi dört câriye veya hür kadınla evlenebileceklerini kayd etmektedirler.

      Osmanlı Hukukunda zikredilen şer’î hükümlerin aynen tatbik edildiğini gösteren “Havâss-ı Kostantınıyye”nin 19-25. maddeleri açıkça isbât eylemektedir. Bu maddelere göre, hanımı vefat eden kullar veya hizmete yeni girmiş mücerred yani bekâr kullar, cariyelerle evlenirler. Eğer cariyeler, onlarla evlenmeyi reddeder ve hâricden hür erkeklerle evlenmeyi isterlerse, kullar da zaruret gereği gayri müslim hür kadınlar ile evlenebilirler. Ayrıca Müslüman kullarla cariyelerin birbiriyle evlenmeleri için cebredilmemesi şer’an tavsiye edilmektedir. Kulların hür kadınlarla evlenmesi durumunda çocuklarının hür olması durumu Kanunnâme’de özellikle belirtilmektedir ve hatta bir çok kölenin bu yolla neslini hür hale getirdiği de ifade edilmektedir. Dikkatimizi çeken noktalardan biri de “gerdek resmi”nin hür kadınların bakire olanları için 60 akçe ve dul olanları için 30 akçe olmasına rağmen, cariyelerden evleneceklerin bakire olanlarına 30 ve dul olanlarına 15 akçe gerdek resmi veya resm-i arûs denilen verginin takdir edilmiş olmasıdır.

      İkinci ihtimâl, cariyelerin hür erkekler ile evlenmeleri halidir. Kur’ân-ı Kerim, hür erkeklerin cariyelerle nikâh yaparak evlenmelerini, Müslüman hür kadınlarla ile evlenebilme gücü ve imkânı bulunmama şartına bağlamaktadır. Bu şart gerçekleşmesi halinde de, ayrıca cariyelerin Müslüman veya Ehl-i kitap olmaları şartı aranmaktadır. Hanefi hukukçular, hür bir erkeğin câriye ile evlenebilmesi için, hür bir kadınla evlenmeye imkânının bulunmamasını, aksi takdirde evlenmenin gayri sahih ve bazılarına göre de mekruh görüldüğünü beyân etmektedirler.

      Bir kısım hukukçular, bu durumun hür erkeğin birinci hanımının hür bir kadın olması halinde söz konusu olduğunu, halbuki hür bîr kadınla evlenme imkânı varken, önceden hür bir kadınla evli olmamak şartıyla, câriye ile evlenmesinin sahih ve caiz olduğunu ifade etmektedirler. Fetvaya esas olan da bu olduğundan dolayı, Osmanlı Padişahları, hür bir kadınla evlenme imkânları bulunmasına rağmen, cariyelerle evlenmeyi âdet haline getirmişlerdir. Osmanlı Devletinin resmî Kanun-i Umûmîsi sayılan Mültekâ’dakî ifade aynen şöyledir:

      “Hür bir erkeğin, daha evvel evlendiği hür bir kadın yoksa, Ehl-i kitap veya Müslüman olan bir câriye ile evlenmesi, hür bir kadınla evlenme imkânı bulunsa dahi, sahih ve caizdir. Hür bir kadınla evli olan hür erkeğin bir câriye ile evlenmesi ise sahih değildir. Zira Hz. Peygamber (asm), ‘Hür bir kadın üzerine câriye ile evlenmek sahih olmaz.’ buyurmuşlardır. Bu hususda İmâm Mâlik, hür kadının rızasıyla böyle bir evliliğin caiz olacağını ifade ederken, İmâm Şâfii de kocanın köle olması halinde böyle bir evliliğin caiz olduğunu söylemektedir.”

      II. Bâyezid döneminde tedvîn edilen “Havâss-ı Kostantinıyye Kanunnâmesi”nde konuyla ilgili tatbikattan örnekler yer almaktadır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, böyle bir evlilikte, nikâh akdinde aksine şart yoksa ve cariyelerin evlendikleri erkekler kendi efendileri değilse, doğan çocuklar, anneye tabi olarak, köle statüsünde doğarlar. Efendi kendi câriyesiyle evlenmesi durumunda ise, doğan çocukların hür olacaklarını ve “Ümm-i veled” müessesesinin devreye gireceğini biliyoruz. Bu sebeple, cariyeler, kendi efendileri ile evlenmeyi isterler veya ondan çocuk sahibi olmayı arzu ederler. Ayrıca erke kölelerin, genellikle hür kadınlar ile evlenmeyi istemeleri de neseblerinin hür olara devam etmesi arzularındandır6.

      Kaynaklar:

      1. Kur’ân, Nur, 32; Bu konular, İslâm Hukukunda Kölelik-Câriyelik Müessesesi ve Osmanlı’da Harem adlı eserimizde bütün ayrıntılarıyla açıklandığından, ayrıntıya girmiyoruz ve merak edenleri söz konusu eserimizi tavsiye ediyoruz.
      2. Kur’ân, Nisa Suresi, Âyet, 3; Kurtubî, Muhammed bin Ahmed, El-Câmi’ li U Ahkâm’il- Kur’an, Beyrut 1965, V/17-18; Kâsânî, Bedâyi’us-Sanâyi’, IV/134; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhâri Muhtasar-ı Tecrid-i Sarih Tercemesl ve Şerhi I-XIII, 3. Baskı, Ankara, 1973-1975, VII/465-467.
      3. Zerka, Mustafa Ahmed, EI-Fıkh’ul-İslâmî Fî Sevbih’il-Cedîd, Dımaşk 1967-1968, I/44; Gustav Lebon, Arap Medeniyeti adlı kitaptan naklen Ahmed Şefik Beğ, Er-Rıkku Fil-İslâm, İstanbul 1314, sh. 50-51
      4. Kur’an, Nisa, 24; Nur, 32.
      5. Damad, Mecma’ul-Enhür, I/364-365.
      6. Kur’an, Nisa, 25; Damad, Mecma’ul-Enhür, II/328 vd.; 364 vd.; A. Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri, II/311 vd.

      1. MuhteşemYüzyılYalanları-veGERÇEK Avatar
        MuhteşemYüzyılYalanları-veGERÇEK

        Harem, kızlara lüzumlu ve faydalı malumatın verildiği, görgü kazandırıldığı bir irfan yuvasıdır. Avrupa elitlerinin kızlarını gönderdiği leydiler mektebinin bir benzeridir.

        Şehirde olsun, köyde olsun her Osmanlı evi, harem ve selâmlık olmak üzere iki kısımdan teşekkül eder. Harem, harımların yaşadığı ve sadece bu kadınların mahremi olan erkeklerin girebildiği kısımdır. Selâmlık ise, erkek misafirlerin ağırlandığı yerdir. Harem tabiri, hürmet, mahrem, haram kelimeleriyle aynı köktendir. “Yabancıların girmesi haram olan yer” demektir. Sarayda da harem bulunur. Burası padişahın rezidansıdır. Padişah ve şehzâdeler, anneleri, hanımları ve çocukları ile beraber burada yaşar. Her evde olduğu gibi harem-i hümâyunda da hizmet etmek üzere câriyeler de vardır.
        Sarayda terbiye edilemeyen…
        Saraya alınan câriyelere, önce ciddi bir tahsil ve terbiye verilir. Oturmasını, kalkmasını, konuşmasını, dinî bilgileri, okuyup yazmayı, hesap yapmayı, dikiş dikmeyi öğrenir. Sarayın içinde yer alan, zeki ve istidatlı gençlerin devlet adamı olmak üzere yetiştirildiği Enderun kadar sistemli olmasa da, burası bir mekteb-i duhterân, yani kızlar mektebidir. Bugünki mektepler gibi düşünülmemelidir. Kızlara lüzumlu ve faydalı malumatın verildiği, daha mühimi görgü kazandırıldığı bir irfan yuvasıdır. Avrupa elitlerinin kızlarını gönderdiği leydiler mektebinin bir benzeridir. Kızın saraya elverişli olup olmadığı da burada belli olur. “Sarayda terbiye edilemeyen, hiç bir yerde edilemez” sözü meşhurdur. Terbiye kabul etmeyen kız, sarayda bir an bile tutulmaz; hemen çıkarılır. Sarayda edeb ve teşrifat her şeyin önünde gelir. Edebinde, konuşmasında, ibadetinde eksiklik görülen biri sarayda barınamaz.
        Tahsil ve terbiyesini tamamlayan acemi câriyeler, yerine ve ihtiyaca göre haremin muhtelif dairelerinde, hazinedar, çeşnigir, çamaşır, ibrikdar, berber, kahveci, kilerci, kutucu, külhancı, vekil, kethüdâ, kâtibe ve hastalar ustasının her birinin maiyetinde hizmet eder. Câriye oldukları halde, kendilerine yevmiye ödenir. Ayrıca muayyen zamanlarda muntazam hediyeler verilir. Ancak masrafları olmadığı için bunu biriktirir, hayır ve hasenatta kullanırlar.
        Muayyen bir zaman sonra, enderun tahsilini bitiren gençlerden münasip biriyle evlendirilerek ‘çırak edilir’. Evlenerek saraydan çıkmış olan hanımlar, zarafet ve kültürleriyle halka rol modeli teşkil eder. Böylece saray terbiyesi, saraylılar vasıtasıyla halka yayılır.
        Evlenmek istemeyenler, sarayda kalıp terfi eder. Kalfalığa, nihayet ustalığa yükselebilir. Her dairenin kalfa ve ustası vardır. Bunların üst rütbeli ve nüfuzlusu, hazinedar ustadır. Valide sultan haremin başı ise de, hazinedar usta onun muavini, hatta haremin fiilî reisidir. Padişahın 4 mühründen biri hazinedar ustada bulunur. Maiyetinde 20 kadar hazinedar vardır. Bunları padişah seçer. Padişahın hususi dairesindeki hizmetini görür; emirlerini yerine getirir; mesajlarını iletir; merasimleri tanzim ederler. Gece de nöbetleşe vazife yaparlar. Her gerektiğinde padişahın huzuruna teklifsizce girebilen ender şahsiyetlerdendir.

        Ciddiyet..
        Kanunî Sultan Süleyman’a kadar umumiyetle Anadolu ve Balkan beyliklerinden kız alan Osmanlı padişahları, zamanla bunların ortadan kalkmasıyla, küçük yaşta saraya alınıp yetiştirilen câriyelerle evlenmeyi tercih etmeye başladı. Bunun sebebi, câriyelerin, saray terbiyesiyle yetiştirilen güzel, zeki ve iyi huylu kızlar olması; ayrıca bazılarının padişaha hısımlık yoluyla devlet içinde nüfuz kazanmalarının önüne geçmek arzusudur.
        Saray dışında yetişmiş bir kız, ne kadar iyi olursa olsun, saraya adapte olamaz. Saray âdetlerine uymak, buradaki zahiren şatafatlı, ama esasında zor hayata katlanamaz. Ayrıca padişahlar, Osmanlı hânedanından başka bir aristokrasinin teşekkülüne imkân vermek istememiştir. Bir de çok çocuğun dünyaya gelmesi, hânedanın bekası için lüzumludur. Câriyelerle yapılan evliliklerde, bu risk çok azdır. Çünki câriye ile evlenmede, hür kadınlarda olduğu gibi bir üst limit yoktur.
        Padişahla evlenecek kız ve câriyelerin seçimi, haremin reisi olan vâlide sultana aittir. Bunları kendi dairesinde hususi terbiye eder. İcab ederse dışarıdan hocalar getirtilir. Valide sultan dairesi, acemi câriyelerin mektebinden daha üst seviyede tahsil ve terbiye verir. Şiir ve edebiyat, dini ilimler ve tarih öğretilir. Bunlar tahsilini bitirince, padişah veya şehzâde ile evlenir.
        Padişahın harem câriyeleriyle alâkası büyük bir ciddiyet içinde cereyan eder. Bu kızlarla oturup zevk ve safa yapması vâki değildir. Hele câriyeleri yola dizip istediğinin önüne mendil atması, çırılçıplak soyup havuzda oynatması, sonra da seyrederek eğlenmesi gibi hâdiseler, Batılı roman yazarı ile ressamlarının uydurmasıdır. Gerçi câriyeler hür kadınlar gibi başlarını kollarını örtmeye mecbur değildir. Ama birbirlerine ve başkalarına karşı geri kalan yerlerini örtmeleri gerekir. Bununla beraber Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar, harem halkı ve câriyeler şer‘î tesettüre dikkat ederek, tam ferace ile sokağa çıkarlar; haremağaları da bunlara refakat ederdi.
        İnsanlık icabı saraydaki câriyeler arasında kıskançlık cereyan edebilir. Ancak çok iyi yetiştirildikleri için buna her zaman hazırlıklıdır. Kıskançlık tabiî olmakla beraber, sarayda ayıp karşılanırdı. Câriyeler birbirine ‘hemşire’ veya ‘yoldaş’ diye hitap ederdi. Saray ile dışarının irtibatını da hadım zenci harem ağaları temin eder. Hareme odun alınacak, doktor gelecek, câriyeler mesireye çıkacak, bunlar hep harem ağasının mesuliyeti ve nezâreti altındadır.

        İlk zamanlar saray câriyeleri Balkan asıllıydı. Sonra güzelliğiyle meşhur Ukraynalıların sayısı arttı. Bu kızlar harp ganimetlerinden padişahın hissesine düşer veya ecnebi hükümdarlarca hediye edilirdi. Fetihlerin azaldığı devirlerde Kırım Hanı’nın esir alıp İstanbul’a hediye gönderdiği câriyeler saraya alındı. Fetihler tamamen durunca da esir tüccarlarından istifade edildi. XIX. asırda sarayda artık Kafkasyalı câriyeler ekseriyetteydi. Sultan Abdülmecid zamanında köle ticaretinin yasaklanmasıyla câriye sayısı çok azaldı. Bunun üzerine Anadolu’ya hicret etmiş olan Kafkasyalı ailelerin kızları küçük yaşta saraya alınıp terbiye edildi.
        Sadece harem-i hümâyunda değil, Beyhan Sultan, Hadice Sultan, Âdile Sultan, Sâliha Sultan, Cemile Sultan gibi padişah kızlarının haremleri de, yüksek meziyetli câriyelerin yetiştirildiği birer mektep gibiydi. Sultanların, kendi kızları gibi yetiştirdiği bu câriyelere gönlünü kaptırıp evlenen padişah ve şehzâdeler vardır.
        Saraya geldiklerinde câriyelere Dilfirib, Nazikeda, Gülruh, Mihrişah, Perestû gibi âhenkli isimler verilir. Hepsi güzel ve zeki hanımlardır. Güzel okuyup yazar; Kur’an-ı kerim ve ilmihaline vâkıftır; namazlı niyazlıdır; dikiş-nakışta mahirdir; edebiyattan anlar; şiir yazar; çok nâzik ve vakurdur; oturmasını kalkmasını iyi bilir ve güzel konuşur.
        Son zamanlarda harem halkının çoğu Fransızca konuşup okuyabilirdi. Ecnebi moda mecmualarını bu lisanı bilen bir câriye okuyup tercüme eder; harem halkının fotoğraflarını, bu işi öğrenmiş bir başka câriye çekerdi. Padişah haremini tanıyanlar ve son zamanda sarayı ziyaret eden ecnebi misafirler hayranlıklarını gizlememişlerdir.

        Osmanlı hânedanı, bir medrese ciddiyeti ve tekke ağırbaşlılığı içinde din ve geleneklere sıkı sıkıya bağlı bir hayat sürmüştür. Tarihte hiçbir Müslüman hânedan, bu cihetten Osmanlı sarayı ile mukayese edilemez.
        Sarayda erkek olsun, kadın olsun, namaz kılmayan, oruç tutmayan yoktur. Saray kadınları, câriye bile olsalar, tam tesettüre riayet ederler. Haremde nasıl giyinirlerse giyinsinler, dışarıya feracesiz çıkmazlar. Ferace, başörtüsü ve manto gibi bol ve uzun bir dış giysisi olmak üzere iki parçadır. Saraylıların tesettürsüz fotoğrafları, insanı yanıltmamalıdır. Bunlar saray içinde çekilmiş, hususi fotoğraflardır. O devirde câriyeler, şer’an kaç-göç ile mükellef olmadığından, bunlardan istidatlı birisine fotoğraf çekmeyi öğretirler; o da ihtiyaç oldukça saray halkının resmini çekerdi. Kadınların, kendi aralarında örtünmek mecburiyetinde olmadığı malumdur. Sürgüne çıkan hânedan hanımlarının ve hizmetkârlarının pasaport resimlerinin tamamı çarşaf ve peçelidir.
        Sultan Hamid’in zevcesi Behice İkbalefendi der ki: “Sarayda namaz kılmayan kimse yoktu. İstisnâsız herkes namaz kılardı. Dili bükülmeyen bazı yabancılar hizmete gelince, hiç olmazsa namaz kılacak kadar sûreleri, İslâm dininin esaslarını ezberlemek mecburiyetindeydiler.” Saray muallimesi Safiye Ünüvar hatıralarında, Meşrutiyet padişahı Sultan Reşad’ın, “Sarayda iki şey iyiydi: Namaz ve yemekler. Şimdi ikisi de bozuldu” dediğini ve her bir saray odasının kapısına “Namaz kılmayana hakkımı helâl etmiyorum” yazdırdığını naklediyor. Son padişah Vahîdeddin ve son halife Abdülmecid Efendi beş vakit namazını kılardı.

        Bir gecede sürgün!..

        Sultan Hamid’den sonra iktidarı ele geçiren İttihatçılar devrinde, sosyal hayat ciddi manada deformasyona uğradı. Kaç-göç ve tesettür zayıfladı; dinî neşriyat azaldı; ulemanın cemiyetteki rolü kısıldı; dindar memur ve zâbitler rağbetten düştü. Bu bozulma, elbette saraya da intikal etti. Buna rağmen bazısı tavizsiz yaşadı; bazısı da her iki hayat tarzını sürdürdü. Şarklılık ve Garblılık arasında gidip gelen bu düalite [ikilik], zaten o devirdeki Osmanlı sosyal hayatının hususiyetidir ve bugün de varlığını devam ettirmektedir. Meşrutiyet devrinden itibaren, yalnız sarayda değil, dışarıda, hatta din adamları arasında bile dinî hayatın zayıfladığı görülür.
        Ömründe saraydan dışarı adım atmamış insanlar, bir gecede beş parasız hudut harici edilmiştir. Gurbette hayatını idame ettirebilmek için, seyyar satıcılık yapanlar, dilenenler, hatta açlıktan ölenler olmuştur. Dinî hayat, asayiş ve emniyet ister. Hânedan, gurbette öyle bir muhiti hiçbir zaman bulamamıştır. Gayrı müslimler arasında ancak hayatta kalabilmişlerdir. Şehzâde Mahmud Şevket Efendi’nin kızı Nermin Sultan’a Bagnoles’de avukat bir İngiliz asilzâdesi talip olmuş; fakat Nermin Sultan katiyetle reddetmişti. Halbuki bu esnada yiyecek ekmekleri bile yoktu.
        Annesi gayrı müslim olan hânedan mensuplarının, hele babasından, dede ve ninesinden ayrı ise, dinî terbiye alması beklenemez. Hânedan efradı, hak etmedikleri bir sürgün yaşamış; çok acılar çekmiştir. Ama Türkiye’de yaşayan nice hacı hoca çocuklarının bile dinle alâkası kalmamışken, Avrupa’da ömür süren hânedan mensuplarının hâlini anlayışla karşılamak lazımdır. Bunun müsebbibi ve mes’ulü kendileri değil; onları bu hâle düşürenlerdir. Şu hâlde, kimsenin, hele bu insanları topyekûn sürgün edip, sefâlete mahkûm eden ve kendileri de dinî yaşayıştan kolayca vazgeçmeyi tercih edenlerin, hânedanın dinî yaşantısı hakkında söz söylemeye hakkı olmasa gerektir. Neticede amel, insanın iç âlemine ait bir keyfiyettir. Hesabını, Allah sorar. Belki de rejimin istediği buydu. Hânedan, halk için istikbalde bir ümit olmamalıydı.

    3. Sütten Çıkma Akkaşık Avatar
      Sütten Çıkma Akkaşık

      Mustafa Kemal Atatürk’ün Aşkları
      Bu konuda da araştırma ve bilgiler yok değil. Latife ve Fikriye Hanımlar bilinse de Atatürk’ün hayatına giren kadınlar pek çok araştırmacının kitaplarında yer almıştır. Kaynaklarda Atatürk’ün hayatına giren kadınlar, “Müjgan, Selanikli Hatice, Şevki Paşa’nın kızı Emine, Romen kızı Fani, Mara Dimitrina, Nicolina Radoslavof, Elana Akcof, Hilda Christianus, Nazmiye Atiç, Madame Corinne, Matmazel Edith, Fikriye, Beathe Gaulis, Evelyn Barrett, Latife Uşakizade, Madame Baur ve Zsa Zsa Gabor…” İşte Mustafa Kemal’in hayatından geçen kadınlar…
      Mustafa Kemal, Sofya’da (1913-14) ataşemiliter olduğu yıllarda Vidinli Kurtbey Ailesi’nin güzel kızı Nazmiye Atiç’e evlenme teklifinde bulunmuş, ancak Atiç o günün şartlarında bu teklife sıcak bakmamış.
      Sofya’da bulunduğu sırada Mustafa Kemal’in hayatına Hilda Christianus, Harbiye Nazırının kızı Mara Dimitrina, Bulgar Başbakanının kızı Nicolina Radoslavof ve milletvekili Dino Akçof’un kızı Elena Akçof girer. Ancak Mustafa Kemal hiç beklemediği bir anda Nazmiye Atiç ile tanışır ve bu ilişkilerine son verir.
      1988’de 92 yaşında olan Nazmiye Atiç’in bu ilişkiye ilişkin anlattıkları araştırmacı Mustafa Yeşilyurt’un “Atatürk’ün Gönül Galerisi” adlı kitabında yer alır: “Anneannemle Vidin’den İstanbul’a gidiyordum. Oradan da tıp tahsili için Fransa’ya geçecektim. Henüz 17 yaşındaydım. Sofya’ya uğramıştık.”
      Nazmiye Atiç, devam eder: “Mustafa Kemal Sofya’da ataşemiliterdi. Bizi çaya davet etti. Çay masasında bana, anneannemin duymayacağı bir ses tonuyla ‘sizinle evlenmek istiyorum’ dedi, şartlarını dile getirdi.”
      Ama Mustafa Kemal’in şartları vardı. Nazmiye Atiç, anlatır: “Yalnız benim bir şartım var, nikâhımızı HOCA DEĞİL, Sofya Büyükelçimiz Fethi Bey (Okyar) kıyacak.’ İlk görüşmede evlenme teklifi beni hayli şaşırtmıştı. O günün şartlarında böyle bir teklif, böyle bir nikâh benim kabul edebileceğim bir şey değildi. Çünkü bütün nikâhları imam kıyardı.”
      Bazı kaynaklarda Atatürk’ün ilk göz ağrısının Müjgan olduğu anlatılıyor..
      Mustafa Kemal’in Manastır İdadisi’ne kayıt yaptıracağı günlerde Hatice çıkar. Hatice’nin Atatürk’ün yaşamı boyunca hayat arkadaşı olarak düşündüğü yegane sevgili olduğunu ileri süren kaynaklar vardır. Aralarındaki ilişki Hatice’nin, Atatürk’ün okuduğu tarih kitabının arasına bir karanfil bırakmasıyla başlar.
      Mustafa Kemal’in gönlünü çalanlardan biri de Selanik Merkez Kumandanı Şevki Paşa’nın kızı Emine’dir. İdadinin son sınıfındayken Emine’ye ders çalıştırdığı sırada gönlünü ona kaptırır. Ancak askeri lise öğrencisi Mustafa Kemal daha sonra Selanik’teki çalgılı kahvelerde tanıştığı Romen kızı Fani’ye ilgi duyar. Böyle olunca da Emine ile ayrılırlar.
      Mara Dimitrina: Bulgar generalin kız Sofya’da ataşemiliterken Mustafa Kemal ona evlenme teklif eder. Mara, 1925’te Ankara’ya gelir ve bir ay Mustafa Kemal’in misafiri olur. 74 yaşında da ölür.
      Nicoilina Radoslavof: Dönemin Bulgaristan Başbakanı’nın kızı. Uzun boylu, kumral, güzel bir kadındır. Sık sık buluşurlar.

      Elena Akçof: Bulgar Milletvekili Dino Akçof’un kızı. Bulgaristan’ın muhtelif yerlerinde buluşurlarmış.
      Hilda Christianus: Atatürk 1913’lerde 1 Sofya’ya ataşemiliter olarak ilk gittiği günlerde Alman asıllı bu pansiyoncunun evinde beş ay kalır.
      Matmazel Edith – Madame Corinne: İki kızkardeş. Atatürk’ün Çanakkale ve Sofya’dan onlara mektupları var. İki kardeşle de duygusal ilişkisi var. Burada Matmazel Edith’in kızı Melda Özverin Atatürk’ün ilişkisinin teyzesi Corin’le olduğunu söyler.
      Beathe Gaulis: Atatürk, Ankara’da bir ay misafir ettiği Fransız gazeteci. Sonra Fransa’ya geri gönderir.
      Madame Baur: Atatürk, Latife Hanım’dan ayrıldıktan sonra Nuri Conker ve Ruşen Eşref ona Çankaya’ya kadın eli değmesi gerektiğini söyler. Ruşen Eşref hariciye kökenli olduğu için İsviçreli saygıdeğer ailelerden Baurlar’ın kızı gelir. On ay beraber olurlar.
      Fikriye Hanım, Zübeyde Hanım’ın ikinci eşi Ragıp Bey’in yeğenidir. 1923’e kadar Çankaya’da yaşayamıştır.
      Fikriye Hanım, Atatürk’ün Latife Hanım’la evlendiğini öğrenince geri döner. Ancak Latife Hanım onu köşkte istemez ve yavere emir vererek attırır. Tam olarak kesinlik kazanmasa da bunun üzerine Fikriye Hanımın Çankaya Köşkü önünde intihar ettiği ve yaşamına son verdiği belirtilir.
      İzmir’in tanınmış ailelerinden Uşakizade Muammer Bey ile Adeviye Hanım’ın kızı olan Latife Hanım, Atatürk’ün evlendiği kadındır. İstanbul Arnavutköy Amerikan Kolejinde ve Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde öğrenim gören Latife Hanım ile Mustafa Kemal, 29 Ocak 1923’te evlenip, 5 Ağustos 1925’te ayrılır ve iki buçuk yıl evli kalırlar.
      Ordu İzmir’e girdiğinde Mustafa Kemal’i köşklerinde ağırlar ve orada tanışırlar.
      Gizlenen bir mektubunda “Kemal Paşa Çakma Napolyon‘’dur” dediği belirtilmiştir.

      Hollywood oyuncularından Zsa Zsa Gabor, 99 yaşında öldü. 15 yaşında M. Kemal ile gayrı meşru ilişki yaşamış, ilk evliliğini ise 19 yaşında Türk siyasetçi Burhan Belge ile yapmıştı .

      2016-12-19 18:56:29
      M. Kemal’in 15’lik sevgilisi Zsa Gabor öldü
      Hollywood’da oyunculuk yapan, kendi deyimiyle ilk bekaretini vererek M. Kemal ile gayrı meşru ilişki yaşayan, ilk evliğini bir Türk siyasetçiyle yapan Macar asıllı kadın sinema oyuncusu Zsa Zsa Gabor, 99 yaşında Los Angeles’ta yaşamını yitirdi.

      ÖLÜM SEBEBİ: KALP YETMEZLİĞİ

      Uzun süredir Gabor’un halkla ilişkiler görevini yapan Edward Lozzi, oyuncunun kalp yetmezliğinden vefat ettiğini açıkladı.

      TÜRKİYE’DE YAŞAMIŞTI

      1936 yılında Macaristan Güzeli seçilen ve bir süre Türkiye’de yaşayan Gabor, ABD’ye taşındıktan sonra Hollywood’da ünlü oldu..

      1958 yılında “En Göz Alıcı Aktris” kategorisinde Altın Küre kazanan Gabor, “Moulin Rouge” ve “Queen of Outer Space” filmlerinde başrol oynamıştı.

      CAN DÜNDAR ATATÜRK’LE İLİŞKİSİNİ YAZMIŞTI

      Almanya’ya sığınan firari Can Dündar yaklaşık 1 yıl önce Zsa Zsa Gabor’un 15 yaşındayken Atatürk’le yaşadığı gayrı meşru ilişkisini yazmıştı:

      Sonra bir gün Karpiç’te Atatürk’le tanışmış, -kendi deyimiyle- “ilk görüşte vurulmuş, o gece onunla dans etmiş ve bir süre sonra da ilişkiye girmişti”. Bu ilişki 6 ay kadar, haftalık buluşmalarla sürmüştü.

      “MUSTAFA KEMAL MUHTEŞEM BİR ERKEKTİ”

      Diğer taraftan birçok kaynakta Atatürk’le Gabor’un gayrı meşru ilişkisi hakkında bilgi verilirken Doğan Uluç bu ilişkide Gabor’un şunları söylediğini aktarmıştı: “Atatürk’le baloda tanıştım, dans ettik. Birkaç kere de birlikte yemek yedik. Gözleri hala belleğimde. Unutamayacağım bir erkekti Mustafa Kemal”

      HİLTON OTELLERİNİN SAHİBİYLE EVLENDİ

      1941’de boşandıktan sonra Ahmet Ertegün tarafından ABD sosyetesine tanıştırılan Gabor, 1942’de Hilton Otellerinin sahibi Conrad Hilton ile evlenmişti. Gabor’un, 1946’da boşandığı Hilton ile evliliğinden tek çocuğu olan Francesca Hilton doğmuştu.

      Gabor, 2002 yılında trafik kazası geçirmişti. 2010 yılından bu yana sağlık sorunları yaşayan Gabor, 2015 Ocak ayında kızı Francesca Hilton’u kaybetmişti.

    4. Ozan Avatar
      Ozan

      Esed’in fırlatmasına bak hele! Küfür ediyor yavşak yavşak! Kalite yok, asalet yok ki… Hayvandan da aşağı olabiliyor insan…

  6. Mert Kalkan Avatar
    Mert Kalkan

    Hahahah bu hesabı yöneten kaç yaşında?
    İroni yapmadığınız varsayarak tane tane anlatayım mı bilmiyorum ama… Arkadaşlar, bir işe ve davaya baş koyup hayatının son yıllarını o işe ayıran ve gerçekleşmesi için elinden gelen her şeyi yaparak, sadece bunun mümkün olduğunu ömrü vefa etmediği için göremeyen bir adama kalkıp “1938’de öldü. Hatay 39’da anavatana katıldı. Demek ki Atatürk’ün bi ilgisi yok haha!” demek en hafif tabiriyle çocukluktur. Çünkü ancak bir çocuğa bunu anlatmak zorunda kalırsınız.

    Hımmm demek bir sene önce öldü. O halde bir payı olamaz… Bravo. Bu mantığu, bu analitik zekayı ayakta alkışlıyorum. Yılın kapağı evet… 😀

    1. belgelerlegercektarih Avatar

      Mert Kalkan.

      Sen meseleyi anlamamissin. M. Kemal olmasaydi olmazdik demiyor musunuz? Iste hatayda yoktu. (Mesele payi olup olmamasinda degil. Calismis olmasi, onun cabasiyla bize katilmasini kastetmiyorum.) 1939’a kadar manda degil miydi? E o zaman bunlar nasil hayatlarini devam ettirdiler? Demek ki m. kemal olmasaydi olmazdik sözü, hatay misalinde de görüldügü üzere bir safsatadir.

  7. hakan Avatar
    hakan

    bn ne diyim bu konuyla alakali cok sey yazildi sen yolla bn cvplim

  8. Biri Avatar
    Biri

    Hatay’ın ilhakinda Atatürk’ün rolünü araştırdiniz mi?

    1. belgelerlegercektarih Avatar

      Biri isimli yorumcuya…

      Mevzu o degil ki… Hatay 15 sene boyunca bize ait degildi. Yok oldular mi?

    2. .......... Avatar
      ……….

      Hatayı Mustafa Kemalin kurtarmadı. Rusya açıkladı hatayı Fransızlar Türkiyeye hediye etti diye.Hatayın kurtuiuşu diye birşey yok. 1926 da Mondrosta bizim olan Musula el koydu İngilizler. 13 sene sonra onun yerine hatay verildi bize.Mustafa Kemal abartıdan başka birşey değldir. sadece kendisini abarttıran bir diktatör. kurulan asmakesme sistemiyle saldığı korkuyla kendisini gerçek dışı olarak süper kahraman gösteren bir ingiliz valisi. Osmanlıyı işgal eden balkanlı sabatacıların lideri.

      1. Mehmet Kosovalı Avatar
        Mehmet Kosovalı

        Çok merak ediyorum Sultan Abdülhamid ve Sultan Vahdettin Hatırat yazdırdı mı? Yazdırdıysa o hatıratlara ne oldu? Yok mu edildi. Sultan Abdülhamid adına bir sürü uydurma Hatırat yayınlandı ama belki de gerçekten yazdırdı ama ittihatçılar tarafından yok edildi buna dair bilgi verirseniz sevinirim.

  9. Osman Avatar
    Osman

    Mehmet Sultan Abdülhamidin hatırası yok sadece yapması gerektiği işlerle alakalı not defteri var Sultan Vahideddin ise seryaveri Avni Paşaya zannediyorum San remo şehrinde ikamet ederken yazdırdığı hatıratı var fakat bildiğim kadarıyla o hatırlat tamamlanmadan Sultan Vahideddin vefat etti

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Blog at WordPress.com.