Cumhuriyet Aleviliği Yasakladı
Bir yazımızda Alevilerin M. Kemal’i tasvip etmediğini, bunun üzerine M. Kemal’in istihbarat teşkilatını kullanarak Alevileri kendisine bağladığını belirtmiş ve normal şartlarda Alevilerin, Tekkelerini kapatan M. Kemal ve rejimini desteklemelerinin kesinlikle mümkün olmayacağına dikkat çekmiştik.[1]
“Alevilerin Kemalizm’le Imtihanı” isimli kitabında, kemalist rejim için “tek parti diktatörlüğü” tabirini kullanan Alevi düşünür Cafer Solgun da “Aleviliğin M. Kemal tarafından yasaklandığını” delilleriyle ortaya koyar ve “Cumhuriyet’in Alevileri özgürleştirdiği” şayiasının bir “hurafe”den ibaret olduğunu savunur. Cafer Solgun’un kitabından bazı kısımları -kısaltarak- istifadenize arz ediyoruz:
Aleviler konusunda toplumda hakim bir yanılgı var ve bu yanılgının, özellikle de Alevi toplumu içerisinde hayli “yerleşik” bir nitelik kazandığını biliyoruz. Denir ki Atatürk ve Cumhuriyet, Osmanlı’nın yıkıntıları üzerinde bir cumhuriyet kurdu, laikliği getirdi, Alevileri özgürleştirdi. Yıllardır bu “yanlış” ve “yanılgılı” duruma ayna tutmaya çalışıyorum.(…)
Hemen belirtmeliyim, bu gerçeği sadece ben görüyor, biliyor değilim. Bence konuyla ilgili olan herkes biliyor. Ama şu ya da bu nedenle böylesi “netameli” bir konu üzerinde durmak, gerçeği yüksek sesle dillendirmek işlerine gelmiyor. Siyasetçi, siyasi hesaplar yaptığı için; yazar-çizer erbabı başını ağrıtmamak için; üniversiteler resmi ideoloji mantığı ile sakatlandıkları için, velhasıl nedenler, gerekçeler muhtelif, ama hepsi de özünde, resmi ideoloji yalanlarından en belli başlı olanlarından birini oluşturan bu konuyla ilgili gerçeği görmekten ya da gördüğünü, bildiğini yüksek sesle dillendirmekten imtina ediyor. (…)
Osmanlı’nın “resmen” yapmaktan uzak durduğunu Cumhuriyet yapmış ve “devrim”, “reform” adı altında “gericilik”, “feodalite”, “irtica” ve “mürtecilik” saydığı Aleviliği “resmen” yasaklamıştır. Evet; “irtica” deyince daha çok Alevilerin “hassas” oldukları bir damara basılmış olduğu düşünülüyor. Ama cumhuriyeti kuranların gözünde Aleviler (de) yıllardır son derece keyfi ve sübjektif anlamlar yüklenerek kullanılan bu kavram ve kategori içerisinde görülüyor, değerlendiriliyorlar. Çok açık belgeleri, kanıtları var.(…)
30 Kasım 1925’te “Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve ılgasına Dair Kanun” kabul edildi ve Aleviliğin yasaklanmasıyla ilgili süreç, bu kanunla beraber tamamlanmış oldu.[2]
Bu kanunla yüzlerce yıllık evveliyatı bulunan Alevi tekke ve dergahları kapatıldı, buralardaki maddi ve manevi değerlere el konuldu. “Şeyh, seyit, dede, pir, derviş, mürid, mürşit, çelebi, baba” gibi Alevi inancında hayati bir önemi bulunan dinsel unvanlar yasaklandı. Bilindiği üzere bu unvanların sahipleri, daha çok sözlü kültürle kendisini gelecek kuşaklara taşıyan Aleviliğin yaşamasında birinci derecede önem ve sorumluluk taşımaktadırlar. Aleviliğin “dede-talip” ekseninde yaşanan bir inanç ve ibadet biçimi olduğu dikkate alınacak olursa, “dede” veya “pir” olmanın yasaklanmasının, doğrudan Aleviliğin yasaklanması demek olduğu açıklıkla anlaşılacaktır. Alevi inanç rehberleri, bu yasa ile birlikte “falcı, üfürükçü, büyücü” türü sahtekarlıklarla aynı kefe içerisinde değerlendirildi. Aleviliğe özgü giyim-kuşam şekilleri de yasaklandı. Kanunun getirdiği yasaklara uymayanlar, hapis ve para cezalarına çarptırılacaktı.
Kanun gereği hemen yerine getirildi. Sadece yasak getirmekle “gericiliğin, cehaletin” ortadan kaldırılmasının mümkün olmayacağı düşüncesinden hareketle, ilgili devlet kurumlarının yanı sıra, basın ve diğer ideolojik eğitim ve manipülasyon aygıtları da derhal harekete geçirildi. Devlet, Aleviliği yasaklamakla kalmadı, toplumda Alevilerin aşağılanmasına, izole edilmesine, hakarete uğramasına, “yeraltına” inmesine öncülük etti. Aslında bir bütün olarak toplumun inançlarına karşı taarruza geçilmişti ama bu saldırıdan en çok etkilenen ve zarar görenler Aleviler oldu. Rejimin efendileri insanların dini inançlarının yürürlüğe koydukları “medeniyet” projesinin önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyorlardı; ama dini tamamen yasaklamaya cüret edememişler, onu Diyanet aracılığıyla kontrol altına almayı hesaplamışlardı. Aleviler ise zaten “mağdur” bir kesimdi, kendini savunacak gücü, mecali yoktu ve kendi içinde parçalıydı. Bu nedenle onların gözlerinin yaşına bakan, aldırış eden olmadı…
Aleviliğin yasaklanmasına paralel olarak düğmesine basılan dönemin gazetelerinde Alevilik, Kızılbaşlık, Bektaşilik üzerine çok sayıda karalayıcı mahiyette yazılar, yazı dizileri yayımlandı. Örneğin “Büyük Gazete” isimli gazetenin 1926 yılında konuyla ilgili yayınladığı yazılar okurlarına şu şekilde duyurulmaktaydı:
“Aziz kariler (okurlar)… Bu yazıları nefretle, istikrahla (iğrenerek) satır satır okuyunuz ve bizi yıllarca, asırlarca medeniyetten geri bırakan bu yuvaları lanetle yad ediniz ve Büyük Gazi’nin (M. Kemal) işaret ettiği büyük medeniyet hedefine süratle ilerleyiniz.”[3]
Bütün zamanların resmi ideoloji sözcüsü “Cumhuriyet” gazetesi de boş duruyor değildi elbette. Bu gazetenin haftalık eki “Haftada Bir Gün” adlı yayında, muhtemelen takma isimli birinin imzasıyla (Zafer Sihmu), 1927 yılında “Dersim Kızılbaşları” başlığıyla 8 bölüm halinde yayınlanan yazı dizisi, örneklerden sadece biridir. Bu yazı dizisinin tamamında Alevi-Kızılbaşlar, Dersimliler aşağılanmakta, “mahluk” olarak adlandırılmakta, inanç rehberleri için ise adeta hakarette sınır ve ölçü tanınmamaktadır.
Gazetenin, “Senelerce Dersim Havalisinde Tedkikat Yapan Bir Muharrir Kızılbaşlar’ın Bütün Esrarını Anlatıyor” sözcükleriyle duyurduğu yazı dizisinde, gazetecilikten çok istihbaratçı olduğu anlaşılan kişinin “beyaz adam” dili dikkat çekicidir. Dersimlilere ve Alevilere yönelik taşıdığı kin ve nefret duygularını hiçbir şekilde kontrol etme gereği dahi duymamıştır. Mesela Dersim seyidlerini şöyle tasvir ediyor:
“Bir seyidin manzarası kadar korkunç, iğrenç bir şey tasavvur eylemek için bizzat seyidi görmelidir. Babalarını istihlaf eden bu gulyabaniler ahaliye karşı mafevkelbeşer bir kuvveti haiz görünmek için kılık ve kıyafetlerini, şekil ve hallerini öyle bozmuşlardır ki… (…) Seyidi bu galebelik libası altında tetkik eyleyebilirsiniz. Çünkü yanına yaklaşmaya imkan yoktur… O kadar pis kokar ve kokusu o kadar boğucudur ki yaklaşanlar adeta tesemmüm etmiş (zehirlenmiş) gibi mide bulantısına uğrarlar.”[4]
Alevilerle ilgili birbirinden alçakça, rezil ve iğrenç “cinsel sapkınlık” hurafelerinin yer aldığı “edebiyat” eserleri içerisinde Yakup Kadri’nin “Nur Baba”, Refik Halid Karay’ın “Kadınlar Tekkesi”, Reşad Nuri Güntekin’in “Tanrı Dağı Ziyafeti” adlı romanları da vardır. Bu romanlar, Milli Eğitim Bakanlığı’nın “tavsiye ettiği” kitaplar olmuş, bazıları tiyatrolarda da sahnelenmiştir. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Nur Baba”sında sözde bir Bektaşi tekkesindeki olaylar anlatılmakta, bu tekkenin “şeyhinden” hareketle Aleviler karalanmaktadır. Roman, kitap olarak basılmadan önce 1922 yılında “Akşam” gazetesinde tefrika edilmiş. Bu roman ve anlattıklarıyla, M. Kemal’in hayli ilgili olduğunu ortaya koyan anlatımlar var. Sadi Borak, “Atatürk ve Din” adlı kitabında şöyle yazmış:
“M. Kemal, tekkeler kapatıldıktan sonra Bektaşi Babası Ali Nutki (Halk içinde ‘Nuri Baba’ olarak bilinirmiş) ile Haydar Naki Beyleri davet etmişti. Atatürk sohbet esnasında Ali Nutki Baba’ya ‘Bana Bektaşi tarikatının hususiyetlerini anlatır mısınız? Bu arada bir saki meselesi varmış, bu nedir?’ der. Buna Babalar cevap verir. Sohbetin ilerleyen zamanında Atatürk ‘Nur Baba kitabıyla sizin hususi hayatınız yazılmış diyorlar, doğru mudur?’ der. Ali Nutki Baba ‘Efendim Yakup Kadri Bey’in bir şakası olacak. Fakirin hayatı dost ve müritleri arasında geçerdi, hele dergahlar kapandıktan sonra daha da tenhalaştı,’ der. Atatürk bunun üzerine Yakup Kadri’yi davet ettirir. Yakup Kadri, Ali Nutki Baba’yı görünce şaşırır. Daha sonra Yakup Kadri’ye dönerek, ‘Yazdığınız Nur Baba romanı Ali Nutki Baba’yı müteessir etmiş zannederim. Fakat müteessir olmakta haksızdır,’ der.”[5]
*
M. Kemal’in kalemşörlerinden Yakup Kadri’nin, Alevileri “cinsel sapık” olarak lanse ettiği “Nur Baba” adlı kitabının kapağı…
***
Refik Halid Karay’ın “Kadınlar Tekkesi” adlı kitabının kapağı…
***
Yakup Kadri’nin Alevileri alçakça ve ahlaksızca “cinsel sapık” olarak lanse ettiği Nur Baba adlı romanı, yakın zamanda Yalçın Küçük’ün “Aydınlık” gazetesindeki köşesine konu oldu.[6]
Yalçın Küçük “Nur Baba” başlıklı yazısında şunları yazmış:
“Bu yepyeni mükemmel romanı okurken ‘Eyes Wide Shut’ filmini şart görüyorum. (Çirkinliğinden dolayı sansürlüyoruz)… Yalnız bu mum söndü ve daha ilerisi, çırılçıplak muaneka ve kucaklaşma, ‘Nur Baba’ vesilesiyle ve ayrıca hep söz konusu edilmişti, ben icat emiyorum.”
Yalçın Küçük’ün bu rezil yazısını “Aydınlık” gazetesi, muhtemelen olası tepkilerden çekindiği için hemen web sitesinden kaldırdı. Yalçın Küçük’ün bu gazetenin web sitesinden bütün yazılarına ulaşma imkanınız var ama 4 Ekim 2011 tarihli bu yazısı yok.
Bu rezil yazı yayımlandığı gün üyesi olduğum Alevilerin bir mail grubunda bu alçakça yazıyı eleştirmeye yeltenen birkaç kişi hemen başka kişilerin mail bombardımanlarıyla bastırıldı. Alevi kurumlarından hiç ses çıkmadı. Daha önce benzer durumlarda, Aleviler hakarete uğradığında hemen harekete geçen bu kurumlar, bu sefer, herhalde söz konusu olan “Aydınlık” ve “Yalçın Küçük” olunca, sessiz kalmayı yeğlediler. Bu satırların yazıldığı esnada, sadece Yüzleşme Derneği tarafından benim imzamla bir protesto ve aleni suç duyurusu açıklaması yapılmıştı.[7]
Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki bu saldırı, aşağılama, hakaret kampanyası ile, Alevilerin toplumdan iyiden iyiye tecrit olması ve elbette ki asimile olmaları hedefleniyordu. Bu, yeterince açık olmalı. Alevi şair ve yazar Hüseyin Şimşek, bu tablodan hareketle haklı olarak “Alevileri taşralı Sünniler değil, asıl muktedirler aşağıladı,” sonucuna varıyor.
Dahası da var… Alevilik bir inanç olarak yasaklanacak da, Alevilerin inanç ve ibadet biçimleri açısından nasıl bir önem atfettikleri bilinen “tanbur”, yani bildiğimiz “bağlama” serbest mi olacaktı? Resmi ideoloji zihniyeti ve tek parti diktatörlüğünün iyiden iyiye kurumlaştırıldığı bir dönemde, 1930 yılında, Içişleri Bakanı Şükrü Kaya valiliklere gayet mühim bir genelge gönderir. Bu genelge ile Alevilerin ibadet enstrümanlarından tanbur yasaklanır!
Bilindiği üzere, Şarkışlalı Aşık Veysel ünlü ve aynı zamanda yaşamı boyunca sistemle ters düşmemeye büyük özen göstermiş bir ozandır. Yaşar Kemal’in 1960’lı yılların başlarında “Ant” dergisinde yayımlanan anlatımı, saz yasağının sistemle barışık olmaya özen gösteren ozanlar için de kati bir şekilde uygulandığını ortaya koyuyor. Yaşar Kemal’in Aşık Veysel’in ağzından konuyla ilgili anlatımı şöyle: “Bir zamanlar sazımla Sivas’a inemez olmuştum. Bir polis, bir jandarma sazımı görmesin; hemen elimden alıyor, doğru fırına atıyorlardı.”[8]
1931 yılında Jandarma Umum Komutanlığı’nın “zata mahsus” olarak hazırladığı ve 100 adet basılan “Dersim” adlı rapor-kitapta da Alevi-Kızılbaş gelenekleri, aynı iğrenç dille aşağılanmıştır. Dersim’in niçin ve ne şekilde yok edilmesi gerektiğine ilişkin görüş ve önermelerin derlendiği rapor-kitapta, Kürt, Zaza, Türkmen Alevi kadınlara yönelik çok sayıda alçakça iftiraya yer verilmektedir. “Zaza kadını Türkmen kadınlar gibi cinsi temaslara pek düşkündür,” denilen rapor-kitapta yer alan aşağılayıcı ifade ve iftiraların özellikle kadınlarla ilgili olması dikkat çekicidir: “Haftanın bir gündüzünü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadının hakkıdır, işte buna oynaş tutmak derler. Kadın ancak gündüz oynaşmaya mezundur. Gece oynaş tutamaz. Kadının bu hareketi kocasına ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz.”[9]
Bu gelişmelerin, Cumhuriyet’in Alevileri “özgürleştirdiği” şayiasının bir “hurafe”den ibaret olduğunu açıklıkla ortaya koyduğunu düşünüyorum. Bu şayia, sonradan, siyasi gelişmelere paralel olarak ortaya atılmış ve yayılmıştır. “Siyasi gelişmelere paralel olarak” diye belirtmemin nedeni, ilk dönemlerde durumun çok açık ve net olması nedeniyledir. Alevilik resmen yasaklanmıştır. Osmanlı döneminde dahi yapılamayan Cumhuriyet döneminde yapılmıştır. Sistem, daha sonra Alevileri başka şekillerde kullanabileceğini düşünerek farklı arayışlar içerisine girmiş, başka senaryolar üretmiştir. Ama bunu yaparken de Alevileri, Aleviliği tanımama tutumunu sürdürmekten de geri durmamıştır.
Ilk olarak 1949 yılında (yani tek parti diktatörlüğünden demokrasiye geçildiği sırada: Kadir Çandarlıoğlu) Hasan Reşit Tankut’un CHP için hazırladığı raporda, Alevilerin CHP’ye yakınlaştırılması gereğinden bahsedilmiştir. Fakat bunun 1970’li yıllara değin başarılamadığını biliyoruz. Yasaklı Aleviler, inanç ve ibadetlerini yıllarca “gizlice” yerine getirerek yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Memleketlerini gizlemişler, Alevi kimliklerini saklamışlar, çaresiz ve savunmasız oldukları için yıllarca Alevi kimlikleri ile hayatın hiçbir alanında görünür olmamaya gayret etmişlerdir.
1960’lı yıllarda dünyada olduğu gibi Türkiye de sol bir rüzgarın etkisi altına girdi. Sosyalist düşüncelerle tanışan üniversiteli gençliğin asıl dinamik gücünü oluşturduğu bu sol dalga, en çok Alevileri etkiledi. Varlıkları tanınmayan, yasaklı ve “öteki” görülen bir iklim içerisinde şekillenmiş Alevi gençleri, “eşitlik, özgürlük” vaat eden devrimci görüşleri benimsemeye çoktan hazırdı. Ne var ki içerisine girdikleri sol yapılarda da “Alevi” olamadılar. Çünkü Türkiye’de sol-sosyalist düşünce ve akımlar, istisnalar bir yana, Kemalist fikriyat ve hassasiyetler içerisinde şekillenmişti. Temel refleksleri ve hatta “devrim” yapma tarzları Kemalist zihniyetin izlerini taşıyordu. Bülent Ecevit’in “ortanın solu” adını verdiği yeni bir politik konsept ile ortaya çıkıp “Milli Şef” Ismet Inönü’yü CHP Genel Başkanı koltuğundan etmesinin ardındandır ki Aleviler kitlesel olarak CHP’ye destek vermeye başlamışlardır. Alevilerin desteklediği CHP, “Halkçı Ecevit,” “Hakça Düzen” gibi en genel manasında “sol” sloganlarla kamuoyu önüne çıkan CHP’dir. 90’lı yıllarda olduğu gibi statükonun yılmaz savunucusu rolüyle aslına rücu eden CHP değil. Bu durum, Alevilerin CHP ve Kemalizm’le sorunlu ilişkilerini doğru anlamak bakımından üzerinden kolayca atlanamayacak bir önem taşımaktadır.
Aleviler varlıklarını yasaklayan, tartışmalı hale getiren, inançlarına en ufak şekilde bırakalım saygıyı tahammül dahi göstermeyen, kendilerini yok etmeye, asimile etmeye çalışan inkarcı resmi ideolojinin, aynı anlama gelmek üzere Kemalizm’in nasıl savunucusu haline geldiler? Varlıklarını yasaklayan bir zihniyet ve onun uygulamaları gözler önündeyken nasıl kendilerini “bizi Cumhuriyet özgürleştirdi,” görüşüne teslim ettiler? Yaşayabilmek kaygısı ile başvurulmuş bir “takiyye” durumu nasıl zamanla “sahici” hale geldi ve kendilerini “Alevi önderi” olarak lanse edenler “Sağcısı da, solcusu da bütün Aleviler Atatürkçü’dür,” şeklinde açıklamalar yapar hale geldiler? Alevilerin bilincinin çarpıklaştırılmasının misyonerleri oldular?
Aleviler neden “Kemalist” ve “Atatürkçü” olmaya mecbur ve mahkum olsunlar? Sadece genel bir özetini ortaya koymaya çalıştığım bütün bu gerçeklere rağmen hem de?
Korkularını, tedirginliklerini, önyargılarını yüzleşerek aşmış bir toplum olmayı başarmak zorundayız. Çünkü o korku, tedirginlik ve önyargılar “bize” ait değildir, empoze edilmiştir. Herkesin “öteki” değil, “kendi” olabildiği bir Türkiye, Alevi sorunu da dahil, yaşadığımız sıcak sorunların tamamı açısından çözümün anahtarıdır. Bu da devlet ve toplum olarak resmi ideolojiden, resmi ideoloji mantığından kurtulmayı, arınmayı kaçınılmaz kılmaktadır.[10]
.
**********
.
KAYNAKLAR:
.
[1] M. Kemal’in Alevileri kendine bağlamak için Istihbarat Teşkilatı’nı kullandığına dair bakınız;
https://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2013/03/11/ataturk-ve-aleviler/
[2] 30 Kasım 1925 tarih ve 677 numaralı kanun. 13 Aralık 1925 tarih ve 243 sayılı Resmi Gazete.
[3] Ibrahim Bahadır, Alevi-Bektaşi Kadın Dervişler, Alevi-Bektaşi Kültür Enstitüsü Yayınları, Köln (Almanya) 2004, sayfa 199.
[4] Cumhuriyet Gazetesi eki: Haftada Bir Gün, sayı 25, 1927. Aktaran: Mehmet Bayrak, Ortaçağ’dan Modern Çağa Alevilik, Özge Yayınları, Ankara 2004, sayfa 404, 405.
[5] Sadi Borak, Atatürk ve Din, sayfa 56, 57. Aktaran: Ibrahim Bahadır, Osmanlı ve Cumhuriyet Dönemi Alevi Tarih ve Kültürü, Bielefeld Alevi Kültür Merkezi Yayınları, Mart 2002, sayfa 209, 210.
[6] Aydınlık Gazetesi, 4 Ekim 2011.
[7] Yalçın Küçük’ün 4 Ekim 2011 tarihli Aydınlık gazetesinde yayımlanan ve aynı gün adı geçen gazetenin web sitesine konulduktan çok kısa bir süre sonra yayından kaldırılan “Nur Baba” başlıklı köşe yazısının tamamını Cafer Solgun’un kitabından okuyabilirsiniz.
[8] Aktaran: Ahmet Güven: Türkülerimiz, Kıskısrak dergisi, Sayı 2, 2008.
[9] Aktaran: Ali Murat Irat, Devletin Bektaşi Hırkası-Devlet, Aleviler ve Ötekiler, Chiviyazıları Yayınevi, Istanbul 2006, sayfa 62.
[10] Tafsilat için bakınız; Cafer Solgun, Alevilerin Kemalizm’le Imtihanı, Timaş Yayınları 2011.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
*
Bir Cevap Yazın