Atatürk Kuran Hafızı mıydı? Kur’an Hakkındaki Fikri Neydi? Atatürk ve Din-3

Published by

on

Atatürk Kuran Hafızı mıydı? Kur’an Hakkındaki Fikri Neydi? Atatürk ve Din-3

*

Bu iddiayı kaale ve bu yazıyı kaleme aldığım için ilk önce içimi bir mahcubiyet hissi kapladı. Sizleri ipe sapa gelmez iddialarla meşgul ettiğimden dolayı bir özür cümlesi kurmayı dahi düşündüm. Fakat uydurulduğu bariz olan yalana sadece yavan bir cevap vermek yerine fırsattan istifade edip gerçeklerin bunun tam tersi olduğunu inkarı kabil olmayacak bir şekilde belgeleyerek bu tartışmalara son noktayı koyma fikri bana cazip geldi ve “okunur” ümidiyle bu uzun makaleyi yazmaya koyuldum. Inşaallah maksat hasıl olur.

M. Kemal hakkında ortaya atılan, daha doğrusu fırlatılan bu gibi uçuk iddialara o kadar çok inanan insan var ki, cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü. En iyisi cevap vereyim, üstelik geniş kapsamlı bir cevap olsun… Iddia edilenin tam aksini, yani M. Kemal’in Kur’an-ı Kerim’i bir kere bile anlayarak okumadığını, manasını anlamadığını ve birçok yerde tenkid ettiğini belgelerle ispat edeyim, bakarsınız birkaç kişinin daha uyanmasına vesile oluruz. Ne de olsa bu ülkede M. Kemal’in bir “evliya” olduğunu ciddi ciddi söyleyen bir bakan eskisi bile çıkmıştı. Gerisini varın siz düşünün.

Ismi lazım değil, ölmüş gitmiş bir “Profesör” ise M.Kemal’in “hafız” olduğunu söylemişti.

Değil hafız, Kur’an-ı Kerim’i baştan sona anlayarak okumamıştır bile. Birazdan ispat edeceğim.

Yakın tarihimize az çok vakıf olanlar bilir, Cemil Sait’in fransızcadan tercüme ettiği hatalı bir meal vardı. Işte M. Kemal bunda yer alan hatalı bir ayet mealine “hezeyan” demişti haşa.

Eğer Kur’an’ı bir kere baştan sonra anlayarak okumuş olsaydı, tercümenin hatalı olduğunu hemen farkederdi. Tam tersine, farketmediği gibi, izah etmeye çalışan hafız Sadettin’e de inanmadı, fakat inceledikten sonra ertesi gece onun haklı olduğunu kabul etmek mecburiyetinde kaldı.

Şimdi gelelim delillere…

M. Kemal Ezan-ı Muhammedi’yi yasaklayıp “Tanrı Uludur” diye bir şey icat etmeye çalıştığı yıllarda, bu iş için birkaç hafızdan yardım alıyordu. Onlara, “Sizi Sultan camilerine hatip yapacağım, size sırmalı kaftanlar giydireceğim!” gibi vaadlerde bulunuyordu.[1] Malum, o sırada “Türkçe Kur’an” projesi de hayata geçirilme aşamasındaydı. Hafızlarla yapılan bir toplantı esnasında hafız Sadettin’e Kur’an’dan bir yer gösteren M. Kemal, orasını okumasını ister. Gerisini hafız Sadettin’den dinleyelim:

“Gösterdiği yer, Nisa süresinde hürmeti musahere ayetinin tercümesi idi. Bu ayette, “ve en tecmeu beynel uhteyni illâ mâ kad selef Innallahe kâne gafuren rahima” şöyle tercüme edilmişti:

“Iki hemşireyi nikah etmeyiniz. Bir emri vaki olmuş ise Allah gafur ve rahimdir.” Burada Atatürk yüksek sesle:

‘Konya’ya git, orada karının hemşiresini bilmeden al, sonra da bir emri vaki oldu, Allah gafur ve rahimdir de ha! BU BIR HEZEYANDIR!’ Dedi. Bu sözler ve bu anlayış üzerine herkes derin bir sükuta ve acı bir korkuya düşmüştü. Ben ayağa kalkarak, “Atatürk’üm. Burası yanlış tercüme edilmiştir, ayetin asıl tercümesi şöyledir:

Diyerek anlatmaya çalıştım ve şunları da sözlerime ilave ettim:

Iki hemşireyi bir zamanda nikahınızda bulundurmayınız. Ancak birini bıraktıktan, yahut öldükten sonra ötekini alınız; “Bir emri vaki olmuş ise” değil, “illâ mâ kad selef”, Kur’an’ın nuzulünden, yani Islamiyet’ten önce vaki olan evlenmeler müstesnadır. Bunlardan dolayı Cenabı Hak sizleri muhatap tutmaz. Gafur ve Rahim olan Allah bu müsaadesiyle bu evsafta bulunan birçok kadınların kocasız kalmasını müeddi olacak hareketi lutfen affediyor, demektir. Diye de izah ettim.

Atatürk bu izahatımı sonuna kadar alaka ile dinledi ve hiçbir şey söylemediler ve ‘Bu gece bu kadarla iktifa edelim, musiki faslına geçelim!’ buyurdular.”

Ertesi gece yine huzurlarına çağrıldım. Ismet Paşa da orada idi. Beni yanına oturttu ve: Dün geceki bahsi bir daha anlat.
Dedi. Anlattım.

Senin dediğin doğru imiş. Ben bugün tetkik ettim, elimizde bulunan tercümenin yanlışlığı meydana çıktı. Sahih bir tercüme elde edinceye kadar bu işi bırakalım buyurdular.”[2]

*

[2] no’lu dipnotta sözü edilen kitabın ilgili sayfaları…

***

Yani M. Kemal’in Kur’an-ı Kerim’i bilmediğini geçtim, okunan ayet mealinin “gerçek olduğunu” zannettiği halde “hezeyan” deyip haşa Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi “saçmalamakla” itham etmesi tam bir fiyaskodur.. Eğer hafız olsaydı, hafız Sadettin gibi o hatayı hemen farkederdi. Demek ki değildi.

Birinci nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim’i “bilmiyor”, üstelik “hezeyan” diyerek “tenkid” ediyor.

*

Aynı hadiseyi Türkçeleştirme çalışmalarına katılan hafız Ali Rıza (Sağman) şöyle anlatır:

“Atatürk’ün önündeki masa üzerinde Kur’an tercümesi duruyordu. Bu kitabın ötesine, berisine kağıttan işaretler konulmuş olması, Kur’an’ın incelenmekte olduğunu ve bazı yerlerine ilişildiğini gösteriyordu.

Atatürk o işaretli yerlerden birisini açtı ve okumasını hafız Sadettin’e emretti. Nisa süresinin hürmeti musahare ayeti idi. Bu ayette anaların, kızların, kardeşlerin, teyzelerin, halaların erkeklere haram olduğu beyan ediliyordu.

Atatürk bu ayete ilişti. Yükselmiş, medeniyeti gelişmiş bir aleme, “Analarınızı…nız, kızlarınızı…nız” demenin manasız olduğunu söylüyor. Ve bilhassa ayetin, “ve en tecmeu beynel uhteyni, illâ mâ kad selef” parçasının manası okunduğu zaman, “Iki kardeşi aynı zamanda…nız, eğer böyle bir şey yaptıysanız Allah affeder. IŞTE BU HEZEYANDIR!” dedi.

Ayetin Türkçesini Hafız Sadettin okuduğu ve Atatürk’e muhatap o bulunduğu için itirazlarına cevap vermek cesaretini de o gösterdi. Ve: ‘Efendim bu, iki kardeşi aynı zamanda nikah altında bulundurmayınız. Biri ölür veya boşanırsa, o vakit bulundurunuz demektir” dediyse de Atatürk kani olmadı (ikna olmadı) ve mesele de o gün bu kadarla kapandı.[3]

*

[3] no’lu dipnotta bahsi edilen kitabın ilgili sayfası…

***

Ikinci nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim’i “bilmiyor”, üstelik “Yükselmiş, medeniyeti gelişmiş bir aleme, böyle hitabın manası nedir diyerek “tenkid” ediyor.

1932 senesinin başka bir gecesi yine hafız Sadettin’in okuduğu Kur’an-ı Kerim’den sonra şöyle der:

“Kur’anda neler varmış! Bunlardan bizim hiç haberimiz yoktu!”[4]

Üçüncü nakilden çıkardığımız netice; 1932 senesinde yani vefatına 6 sene kala Kur’an-ı Kerim’den yeni bir şeyler işitiyor, yani o tarihten evvel tamamını okumamış ve “bilmiyor”du. Hayatının son 6 senesinde yani 50 yaşından sonra mı hafız oldu?

Ortaya konulan delillerden de görüldüğü üzere M. Kemal Kur’an-ı Kerim’i bir kere olsun başından sonuna kadar anlayarak okumamış, üstelik tenkid etmiştir.

Kur’an-ı Kerim’i tenkid eden bir kimsenin hükmü bellidir!

Ya hepsini kabul ve iman edersiniz, ya da inkar edersiniz! Gördüğünüz gibi M. Kemal kabul etmiyordu. Peki onun ayetlere itiraz ettiğini sadece hafız Sadettin ile hafız Ali Rıza’nın hatıralarından mı öğreniyoruz? Tabii ki hayır. Onun Kur’an-ı Kerim’e itiraz ettiğine dair birçok muteber kaynağa sahibiz… Bunlardan da birkaç misal verelim…

M. Kemal benzer bir tenkidi Yahya Kemal’in yanında yapmış, o da bunu Cahit Tanyol’a anlatmış. “Türk Edebiyatında Yahya Kemal” kitabından naklediyorum:

“Bir gece Çankaya’da sofradayız. Gazi (M. Kemal) Türkçe bir Kur’an tercümesi çıkardı ve içinden şöyle bir ayet okudu: ‘Ya Muhammed (Salavat!), dünya senden önce karanlıklar içindeydi.’ Sonra döndü: ‘Işte arkadaşlar, Türk milletini asırlarca geri bırakan her şeyi Kur’an’da arayan bu zihniyettir. Biz bunu yıkacağız. (…) Peki siz Islamiyet’ten önce dünyanın karanlıklar içinde olduğuna inanıyor musunuz?’

– (Yahya Kemal) : ‘Elbette inanmıyorum, bir Yunan, Roma medeniyeti var, bunların günümüze kadar tesir eden büyük bir felsefesi, Sokrat, Eflatun, Aristo gibi filozofları var.’ Gazi M. Kemal: ‘E, o halde?’ deyince: ‘Paşam, ben inanmıyorum, Türk milleti inanıyor’, dedim. Dinin nasıl, ne şekilde tenkit konusu olması gerektiği üzerinde durdum. Dinlerin getirdikleri gerçeğin düşüncemize değil, inancımıza hitap ettiğini söyledim. Münakaşa biraz sevimsiz bir hava içinde bitti.”[5]

*

[5] no’lu dipnotta sözü edilen kitabın kapağı ve ilgili sayfaları…

***

Yahya Kemal Münakaşa biraz sevimsiz bir hava içinde bitti.” dediğine göre kim bilir Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize ne hakaretler edildi.

Mesele gayet açık değil mi? Yorum yapmamıza gerek var mı? Dikkat edilirse, yukarıya aldığımız her nakilde onun Kur’an “tercümesi”nden ayet meali okuduğu yazar. Yani hafız olsaydı, tercümeye ihtiyaç duymazdı, bilakis evvela ezberinden ayetin orijinalini, sonra da hemen ardından tercümesini okurdu.

Burada zikredilen mealin hangi surenin kaçıncı ayeti olduğu yazmıyor ise de, Hadid suresinin dokuzuncu ve Ibrahim suresinin birinci ayetleri bu manadadır.

Ibrahim Suresi 1: “Elif, Lâm, Râ. Bu Kur’ân öyle büyük bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan aydınlığa, her şeye galip ve hamde lâyık olan Allah’ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik.”

M. Kemal burada bilerek veya bilmeyerek Yahya Kemal’i de yanıltmıştır. Zira zikredilen ayet mealinden hiçbir şekilde; “daha evvel medeniyetler yoktu, insanlar cahildi” gibi bir mana çıkmaz. Burada karanlıktan kastın “küfür”, aydınlıktan yani “nur”dan kastın ise “Iman/Islam” olduğu tefsirlerde geçer.

Nitekim Imam Kurtubi’nin (Rahimehullah), “El Camiu li Ahkami’l-Kuran” adlı tefsirinde Ibrahim suresinin birinci ayetinde geçen ifadeler hakkında şunlar yazar:

“Bu buyrukta ‘karanlık’ ile ‘nur’ bir temsildir. Çünkü küfür karanlık gibidir, Islam da nur gibidir. Bu buyruk bid’atten sünnete, şüpheden yakine diye de açıklanmıştır. Bu açıklamalar birbirlerine yakındır.”

Fahreddin Razi’nin (Rahimehullah), “Mefatihu’l-Gayb”ında ise bu kavramlar şöyle izah edilir:

“Cenab-ı Hak, ‘küfrü’ ancak zulümâta (karanlıklara) benzetmiştir. Çünkü küfür, insanın hidayet yolundan şaştığı halin en ileri noktasıdır. Hak Teala ‘imanı’ da nura (ışığa) hidayet yolunun sayesinde aydınlanacağı en ileri şeydir.”

Işte bu sebeple “mealler”den hareketle hüküm verilmesine karşıyız. Zira Kur’an-ı Kerim’in her ayeti, hatta her kelimesi, her harfi, her noktası birer deryadır ve asla bir meale indirgenemez. Kanaatimize göre M. Kemal’in meal yaptırmasındaki gerçek maksat da budur. Yani insanlar başta Arap dili olmak üzere sarf, nahiv, sebeb-i nüzul, kıraat ve lügat gibi birçok ilim dalına vakıf olmadan meali okuyup yanlış anlayacak, yanlış kanaate varacak ve sonunda dinden soğuyacaktır. Böyle düşündüğünü birazdan ispat edeceğiz. Halbuki Kur’an-ı Kerim’i anlamak için yukarıda sıraladığımız ilimleri bilmek şarttır. Ya da bir meal yerine “tefsir” okunmalıdır. Aradaki farkı bilmeyenler için kısaca izah edelim: “Tefsir”, Kur’an ayetlerinin belirlenmiş usul ve kriterlere göre ne anlama geldiğini açıklamak, yorumlamaktır. “Meal” ise, yorum ve açıklama yapılmaksızın Kur’an’ın doğrudan başka bir dile çevirilmesidir.[6]

Dördüncü nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim’i “bilmiyor”, üstelik “tenkid” ve “inkar” ediyor.

*

Geçelim…

M. Kemal’in özellikle “Tebbet” suresini tenkid ettiğini gösteren birçok delil mevcuttur.

Araştırmacı yazar Rıfat N. Bali’nin ortaya çıkardığı ve M. Kemal’in Kur’an-ı Kerim ve hususen Tebbet suresi hakkındaki görüşlerine ışık tutan belge bunlardan yalnızca bir tanesidir. Bali, 1932-1933 yıllarında Ankara’da görev yapan ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in hazırladığı ve M. Kemal’in kendi ağzından dinle ilgili görüşlerini içeren bir raporu “Toplumsal Tarih” dergisinde yayınladı.

Burada sözü Bali’ye bırakıyoruz:

“Sherrill, Atatürk ile Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yaptığı uzun bir mülakata yer vermiş, ancak Atatürk’ün sözlerinin bir kısmını kitaba almamış. Bunu da, ‘Din konusundaki şahsi görüşleri hususunda söylediklerinin tamamına burada yer vermek hiç doğru olmaz,’ satırlarıyla dile getirmiş. Ancak Sherrill bir diplomat ve tarihçinin, tarih önünde sorumlu olduğunu unutmamış ve kitabının yazım safhasında Atatürk ile yaptığı ve kitabına sadece bir bölümünü aldığı görüşmeyi Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda ayrıntılı bir şekilde yer vererek tarihe mal etmiş.”

Şimdi Sherrill’e ait raporun ilgili kısmına geçebiliriz:

“Türk halkının uzun zamandan beri ezberden okuduğu bazı Arapça duaların gerçek manasını anladığı zaman tiksineceğini söylüyor. Kur’an’dan alınan bir Arapça bölüm okudu. Bu duada Hz. Muhammed (Salavat!) amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü cehenneme gitmeleri için beddua eder. (Bu vak’a Tebbet suresinde geçer) ‘Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dinî ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?’ dedi. Bu fikrini geliştirdikçe ben de git gide Kur’an’ın Türkçe okunmasını teşvik etmesinin sebebinin Kur’an’ın Türkler arasında gözden düşmesi olduğu neticesine varıyorum. Daha sonra umumi ve saşırtıcı bir beyanda bulunarak Türk halkının gerçekte hiçbir şekilde dindar olmadığını, aralarından camiilere giden az sayıda kişinin alışkanlıktan veya yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini ileri sürdü.”[7]

*

[7] no’lu dipnotta bahsi geçen rapor…

***

M. Kemal’in buradaki sözleri üzerinde ayrı ayrı durmak gerekir.

Tebbet suresi tiksindiriciymiş haşa… Ne kadar doğrudur bilemem fakat Islam dinini iyice araştırdığı söylenen bir papaz, iddiaya göre Tebbet suresini okuyup Müslüman olur ve sebebini şöyle açıklar:

“Bu surede muhteşem bir incelik ve mucize gördüm. Tebbet suresi yaşayan bir insan hakkında nazil oldu. Yani Ebu Leheb hakkında nazil oldu. (…) Bu sure onun ve karısının cehennemlik olduğunu bildiriyordu. Yani Ebu Leheb yalandan bile iman etse bu sure geçersiz kalacaktı. Çünkü Ebu Leheb iman etmiş olacaktı. Ama Ebu Leheb bu sure inmesine rağmen ve tam 8 sene (15 sene olduğu da rivayet edilir: Kadir Çandarlıoğlu) yaşamasına rağmen inkarında direndi ve karısıyla birlikte zulmüne devam etti. Incelik ve mucize burada.”[8]

Eğer anlatılan vak’a doğruysa, M. Kemal’in göremediğini bu papaz görmüş demektir… Mübarek olsun.

Raporda belirtildiğine göre M. Kemal, “Türk halkının dindar olmadığını ve yüksek sesle söylenen duaların cezbine kapılarak camiye gittiğini söylemiş… Yani Arapça duaların cezbine kapılarak. O halde M. Kemal’in Türkçe ibadet projesini bu yüzden başlattığını söyleyebiliriz. Eğer halk Arapça duaların ve dolayısıyla Ezan-ı Muhammedi’nin cezbesine kapılarak camiye gidiyorsa, bunları yasaklayıp Türkçeleştirmekteki asıl gaye, “camilere gidilmesine mani olmak”tan başka ne ile izah edilebilir? Ayrıca Tebbet suresinden bahsederken; “Düşünen bir Türk’ün böylesi bir duayı okumaktan elde edeceği dinî ilhamı veya dine ilgi göstermesini tahayyül edebilir misin?” diye sormuş. O halde Kur’an meali yaptırmaktaki asıl gaye de insanların “dine ilgi göstermelerine mani olmak ve onları dinden soğutmak”tır. Sherrill’in bu raporu 7 Eylül 2006 tarihli Milliyet gazetesinde “Atatürk’le ABD’li elçinin gizli kalmış din sohbeti” başlığıyla da haber olmuştu.[9] Sherrill’den “Dostumuz” diye bahseden dönemin Hakimiyet-i Milliye gazetesinde ona ait bir yazıya dikkat çekilir ve M. Kemal’den “açık ve dürüst fikirli” olarak bahsettiği belirtilir.[10] Sherrill’in M. Kemal için neden “açık ve dürüst fikirli” dediğini ise kendisinden yaptığımız nakillerden görmek mümkündür…

Beşinci nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim’i “tenkid” ediyor.

*

Burada hiç kimse, raporun sıhhatini tartışmaya açamaz. Bir Büyükelçi kendi Dışişleri Bakanlığı’na neden yalan söylesin? Kaldı ki M. Kemal daha hayatta iken benzer sözleri bir Alman gazetesinde neşredilmişti. Biraz aşağıda ondan da uzunca bir nakil yapacağız… Fakat biz evvela M. Kemal’in “Tebbet” suresine olan alerjisine dair biraz daha malumat verelim.

*

[10] no’lu dipnotta sözü edilen Hakimiyet-i Milliye Gazetesi: “Gazi Hakkında Bir Dostumuzun Yazısı…”

***

Kemalistlerin baş tacı Uğur Dündar’ın “Önsöz” yazdığı “Atatürk ve Can Yoldaşı Nuri Conker” adlı kitapta anlatıldığına göre M. Kemal, Cumhurbaşkanı olduktan sonra kendisine “sen” diye hitap edebilen belki de tek kişi olan çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in Kur’an’dan bir şeyler okumasını ister. Peki Nuri Conker’in okuduğu sure hangisiydi dersiniz?

Tabii ki “Tebbet” suresi… Adı geçen kitabın ilgili kısmını buraya alıyorum:

“Hatta arkadaşı Nuri Conker’den de Kur’an okumasını istedi. O da bildiği Tebbet Suresi’ni okudu.”[11]

Hafız Sadettin’in anlattığına göre de M. Kemal, Nuri Conker’den Kur’an okumasını istemiş… O da; “Ben Tebbet suresini bilirim” demiş ve okumuş.[12]

Ayrıca “Türk Maarif Tarihi” yazarı Osman Ergin, M. Kemal’in yurt seyahatlerinde karşılaştığı hocalara “Tebbet” suresini sorduğuna dikkat çeker:

“Bu gezintiler esnasında Atatürk’un üzerinde durduğu mevzulardan birisi de Kur’andaki Tebbet ile Vettini surelerine verilen manalardır.”[13]

Anladığımız kadarıyla M. Kemal “Tebbet” suresine karşı tepkiliydi. M. Kemal’e yaptığı şakalarla ve muziplikleriyle tanınan can yoldaşı Nuri Conker de bunu bildiği için “Tebbet” suresini okumak suretiyle yine o bilinen muzipliklerinden birini daha yapma fırsatını kaçırmamıştır.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in kendi Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği ve M. Kemal’in din ile ilgili görüşlerini içeren raporun muhtevası bize yabancı değil. Zira o, daha 1929’un sonlarında Alman gazeteci Emil Ludwig’e verdiği ve 1930’da neşredilen mülakatında da benzer ifadeler kullanmıştı. Alman “Vossische Zeitung” gazetesinde çıkan mülakatın ilgili kısmının tercümesini buraya alıyorum:

“Kuran’ı şimdi ilk defa Türkçe yayınlatıyorum, ayrıca (Hz.) Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) hayatını da tercüme ettiriyorum. Neredeyse tamamında aşağı yukarı aynı şeyler yazdığını, hocaların sadece karınlarını doyurmayı düşündüklerini halk görmelidir. Hiç kimse camileri kapatmadığı halde, bu kadar süratle boşalmasına şaşırmıyor musunuz? Türk, aslında Müslüman değildir. Çobanlar güneş, bulut ve yıldızlardan başka bir şey bilmezler. Bütün dünyadaki çiftçiler bunu böyle anlar, çünkü mahsul havaya bağlıdır. Türk, tabiattan başka hiçbir şeyi kutsal tanımaz.

– ‘En yüce ruhlar da aynı kanaattedir’ dedim. Goethe buna ‘Tanrı-doğa’ adını verdi.’

Kemal, bu ülkede muhtemelen hiç işitilmemiş olan Almanca kelimeyi boğuk sesiyle tekrarladıktan sonra, ‘Bu kavramı alamazdım (veya benimseyemedim). Tanrı sadece insan toplumunun zirvesidir.”[14]

Altıncı nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim’i “tenkid” ediyor.

*

[14] no’lu dipnotta naklettiğimiz mülakatın neşredildiği Alman “Vossische Zeitung” gazetesinin ilgili nüsha ve sayfası… O dönem eski bir yazı tipi kullanıldığı için Almanya’da ikamet etmekte olan gurbetçiler bile okumakta zorluk çekebilir düşüncesiyle işlerini kolaylaştırmak adına almanca metni de buraya alıyorum:

“Ich lasse jetzt auch den Koran zum ersten Male türkisch erscheinen, ferner ein Leben Mohammeds (sav.) übersetzen. Das Volk soll sehen, daß überall ziemlich das gleiche steht und daß es den Pfarren (hocas) nur darauf ankommt, zu essen. Sie wundern sich, daß die Moscheen sich so schnell leeren, obwohl sie niemand schließt? Der Türke war von haus aus kein Mohammedaner (Moslem), die hirten kennen nur die Sonne, Wolken und Sterne; das verstehen die Bauern auf der ganzen Erde gleich, denn die Ernte hängt vom Wetter ab. Der Türke verehrt nichts als die Natur.

‘Da tritt er sich’, sagte ich, ‘mit den erhabensten Geistern. Goethe nannte das Gott-Natur.’

Kemal wiederholte mit seiner dunpfen Stimme das Deutsche Wort, das in diesem Lande wohl noch niemals aufgepfungen war, dann sagte er: ‘Ich könnte diesen Begriff nicht übernehmen. Gott ist nur die Spitze der menschlichen Gesellschaft.”

***

Tam bir materyalist düşünce… Inkar etmeye niyetlenenler hiç yerinden kıpırdamasın… Bu mülakatın da uydurma olduğu iddia edilemez…

Zira 1 Aralık 1929 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinin; “Gazi Hz. Dün Emil Ludwig’i Kabul Etti” başlıklı haberinden öğrendiğimize göre M. Kemal ile Emil Ludwig 30 Kasım 1929 tarihinde görüşmüşler.[15] Dahası, bu mülakat 9 ve 11 Mart 1930 tarihli Alman “Vossische Zeitung” gazetesinde neşredildikten hemen sonra 14 Mart 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesi “Emil Ludwig Gazi Hz. ile mülakatını anlatıyor…” başlığıyla okurlarını bu mülakattan haberdar etmişti. Alman gazetesinde neşredilen mülakatın hiçbir şekilde tekzibi mevzubahis olmadığı gibi, memnuniyetle karşılandığı görülmektedir.[16]

*

[15] no’lu dipnotta bahsi geçen 1 Aralık 1929 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesi; “Gazi Hz. Dün Emil Ludwig’i Kabul Etti…”

***

[16] no’lu dipnotta sözü edilen 14 Mart 1930 tarihli Cumhuriyet gazetesi; “Emil Ludwig Gazi Hz. ile mülakatını anlatıyor…”

***

M. Kemal’in 10 Kasım 1938’de ölmesi üzerine Fransa’da çıkan “Paris-Soir” gazetesi, 22 Kasım 1938 günü yani Emil Ludwig ile yapıldıktan 8 sene sonra bu mülakatı hülasa ederek vermiş. Mesela alman gazetesinde yer alan Kur’an-ı Kerim hakkındaki “neredeyse tamamında aşağı yukarı aynı şeyler yazdığı“na dair kısım çıkarılmış:

“Kur’an’ı ilk defa Türkçeye tercüme ettiriyorum. Aynı şekilde, (Hz.) Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hayatını da. Hocaların sadece karınlarını doyurmayı düşündüklerini halk bilmelidir. Hiç kimse onları kapatmayı düşünmese de camilerin giderek daha da boşalmasına şaşırıyorsunuz. Çünkü Türk, aslında Müslüman değildir. Bu çoban halk sadece güneşi, yıldızları, bulutları bilir. Bu konuda toprağın havaya bağlı olduğunu bilen yeryüzündeki bütün çiftçilerden farklı değil. Türk doğadan başka hiçbir şeye tapmaz/kutsamaz. ‘Bu noktada,’ dedim, ‘medeniyetimizin en aydın düşünürleriyle aynı fikirde.’ Goethe buna ‘Gott-Doğa’ (Tanrı-Doğa) adını verdi.”[17]

*

[17] no’lu dipnotta zikredilen “Paris-Soir” gazetesinin ilgili nüsha ve sayfası…

***

Tuhaftır, Bilal N. Şimşir, “Türk Tarih Kurumu” tarafından basılan “Atatürk’ün Hastalığı” adlı eserinde, “Paris-Soir” gazetesinde çıkan bu mülakatı neredeyse yukarıda tercüme ettiğimiz şekilde kitabına almış fakat; “ilk defa Kur’anı Türkçe’ye çevirttim. (Hz.) Muhammed’in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatını da. Halk bilsin…” kısmından sonra gelen “Hocaların sadece karınlarını doyurmayı düşündüklerini…” şeklindeki ifadeleri “3 nokta” koyarak sansürlemiştir.[18] Herhalde hocalarımızı kırmak istemedi… Belki de M. Kemal’in hocalar hakkında böyle düşündüğünün bilinmesini istemedi… Bilemeyiz… Ama o zaman bu “Gerçek Tarih” değil; “Resmi Tarih” olur…

*

[18] no’lu dipnotta sözü edilen eserin kapağı ve ilgili sayfası…

***

M. Kemal bu tarihlerden çok daha evvel, 1923 senesinde Kazım Karabekir Paşa ile münakaşa ederken “gerçek niyetini” açıkça ortaya koymuştu. Karabekir’in Uğur Mumcu tarafından Cumhuriyet gazetesinde neşredilen hatıralarından okuyalım:

“Bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Şöyle ki:

Ziyafete M. Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen M. Kemal Paşa Heyet-i Ilmiye’nin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyeni ‘Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek’ arzusunu ortaya attı. Bu arzusunu ve hatta mücbir (zorlayıcı) olan sebebini başka muhitlerde (çevrelerde) de söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Şeriye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zatlar şu malumatı vermişlerdi:

‘Gazi M. Kemal, Kur’an-ı Kerim’i bazı islamlık aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın arapça okunmasını namazda dahi men ederek bu tercümeyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak (tıpkı Nuri Conker’in Tebbet suresinde yaptığı gibi: Kadir Çandarlıoğlu) aklınca Kur’an’ı da islamlığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.’ Bazı yeni simalardan da bahsettikleri gibi bu akşam da bu fikre mumaşaat eden (beraber olan) bazı kimseler görünce bu tehlikeli yolu önlemek için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:

— Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamaklığınız içerde ve dışarıdaki tesirleri çok zararımıza olur. Işi alAkadar makamlara bırakmalı. Fakat, rastgele, şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi kötü politika zihniyetinin de işe karışabileceği göz önünde tutularak içlerinde arapçaya ve dinî bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre tefsir mi? Tercüme mi yapmak muvafıktır? Ona göre bunları harekete geçirmelidir.

— M. Kemal: Din adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi malumdur. Doğrudan doğruya tercüme ettirmeli… gibi bazı hoşa giden bir fikir ortaya atılınca buna karşı şöyle konuştum:

— Müstemlekeleri (sömürgeleri) Islam halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasi çıkarlarına göre Kur’an’ı dillerine tercüme ettirmişlerdir. Islam dinine ve arap diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu tercümeyi, mesela Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada Maarif (Öğretim ve eğitim) programımızı tesbit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdani olan din bahsinden değil ilim cephesinden istifade hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa milli kalkınmaya hasr etmek daha hayırlı olur.
M. Kemal Paşa, beyanatıma karşı hiddetle bütün zamirlerini (içyüzünü) ortaya attı:

— M. Kemal: Evet Karabekir, arap oğlunun (haşa Peygamberimizin) yavelerini (saçmalıklarını / yalanlarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…

Işin bir Heyet-i Ilmiye huzurunda berbat bir şekle döndüğünü gören Hamdullah Suphi ve Ruşen Eşref:

— Paşam, çay hazır, herkes sofrada sizi bekliyor.. diyerek bahsi kapattılar.[19]

Yedinci nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim’e ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize “hakaret” ediyor.

*

[19] no’lu dipnotta bahsi edilen 19 Haziran 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi… Uğur Mumcu’nun köşesi…

***

Bazı kemalistler, Karabekir Paşa’nın yalan söylediğini iddia ediyor. Herhalde onu kendi kahramanlarıyla karıştırmış olmalılar… Halbuki Karabekir, Hamdullah Suphi’nin ismini zikredip onu bir nevi şahit göstermişti.

Hamdullah Suphi Tanrıöver ise böyle bir münakaşanın cereyan ettiğini hatıralarında anlatmakla beraber, arada yaşanan tatsızlığı ifşa etmemiştir. Bu da o dönem için gayet anlaşılabilir bir durumdur. Okuyalım:

“Atatürk, Kur’anı Kerimin Türkçeye çevrilmesine karar verdikten sonra Kazım Karabekir telaşa düşmüştü. Büyük bir heyecan ve şaşkınlık içinde bir gün dayanamıyarak Atatürk’e sordu:

‘Kur’anın Türkçeye tercümesini emretmişsiniz..’
‘Evet.’
‘Peki, ya o zaman elif, lam, mim ne olacak?’
Atatürk hayretle Karabekir’in yüzüne baktı ve en basit şeyin cevabını verir gibi,
‘Ne olacak, elif, lam, mim yine elif, lam, mim olarak kalacak’ dedi.”[20]

Aynı hadiseyi M. Kemal’in kalemşörü Falih Rıfkı Atay da anlatır:

“Bir defa da Türk ocağında bulunuyorduk. Hazır olanlar arasında Kazım Karabekir de vardı. Kazım Karabekir iddialı, fakat çok üstün kültürlü bir kimse idi.
Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesinden söz ediliyordu. Kazım Karabekir:
— Paşa hazretleri, Kur’an-ı Azimüşşan Türkçeye çevrilemez, dedi.
— Neden çevrilemezmiş, paşam?
— Mesela elif – lâm – mim, dedi.
— Ne demektir elif – lâm – mim?
— Meçhul efendim.
— O halde karşısına bir sıfır koyar, tercümeye devam edersiniz.”[21]

Falih Rıfkı Atay gibi biri bile M. Kemal’in “Huruf-u Mukattaa” ayetlerinin karşısına “sıfır” koymak istediğini söylemektedir. Bu Kur’an-ı Kerim’i “tahrif”e teşebbüs etmek değil de nedir? Kur’an’a iman eden bir kimse böyle bir şeyi teklif edebilir mi?

Son devrin önde gelen hafızlarından Cevdet Soydanses, Balıkesir’de askerlik yaptığı günlerde M. Kemal ile olan bir hatırasını Üstad Kadir Mısıroğlu’na, o da bunu “Kırk Görgü Şahidinden Naklen Benden Tarihe Haberler” isimli kitabında, tarihe emanet etmiştir:

“Ben Balıkesir’de askerlik yapıyordum. Bir akşam gece yarısına yakın yatakhanemize bir çavuş gelerek:

‘- Aranızda hafız var mı?’ diye sordu.
‘- Ben hafızım.’ dedim.
‘- Benimle geliyorsun.’ dedi.
Giyinip, yatakhaneden çıktım. Ben hasta, ölmek üzere olan biri var da Kur’an okunacak sanıyordum. Birlikte merkez binaya gittik. Kapının önünde çavuş, kapıyı tıklattıktan sonra içeriden:

‘Gel!’ denilmesi üzerine kapıyı açtı. Selam ve resmi ta’zim ifasından sonra:
‘- Hafızı getirdim.’ dedi.
‘- Sen çık, O gelsin.’ dediler.

Çavuş çıktı, ben içeri girdim. Askerce selam verdikten sonra hazırol vaziyetinde bekledim. Karşımda bir güruh vardı. Önlerinde rakı kadehleriyle yemek yiyip, çerez atıştırıyorlardı. Tavanda mutantan bir avize, gözleri kamaştırmaktaydı. Birçok masa birleştirilerek tek bir masa haline getirilmişti. Masanın başında gazetelerden tanıdığım M. Kemal, etrafında ise sivil ve asker birçok kimse yemek yiyip, içki içiyorlardı.

M. Kemal Paşa bana hitaben:

‘- Sen hafız mısın?’ diye sordu.
‘- Evet’ cevabını vermem üzerine:
‘- Peki, bize Kur’an’dan bir şey oku.’ dedi.
‘- Ne okuyayım?’ diye sordum.
‘- Sure-i Rahman oku!’ dedi.

Bu emir üzerine ben hemen yere çömeldim, cebimden takkemi çıkararak başıma koydum. O, bu hareketimi görünce:

‘- Bakın, bakın! Nasıl bir ta’zim vaziyeti alıyor!’ diye söylendi.
Ben duymamazlıktan gelerek Euzubesmele’yi çektikten sonra Sure-i Rahman okumaya başladım. Biraz sonra ‘Febieyyi alai rabbiküma tükezziban’ yani ‘Şimdi rabbinizin hangi nimetini tekzib eder, yalan dersiniz?!’ mealindeki ayete geldikçe bana elindeki kadehi sallayarak:

‘- Hangi nimetini tekzip ettik. Kuru fasülyesini mi, yeşil pırasasını mı?!’ gibi laflar atmaya başladı. Malumunuz bu ayet orada çok tekerrür (tekrar) eder. Her defasında benzer istihzalar savurdu (inceden alay etti) ve nihayet:
‘- Yeter, yeter artık! Hadi defol!’ dedi. Ben ayağa kalkıp çıkmak üzereyken masadaki şişman birisi yüksek sesle:

‘- Gazi Hazretleri! Bu millete Tanrı olarak sen yetersin. Başka Tanrı gerekmez!’ demesi üzerine umumi bir bravo ve alkış sesiyle kadehler ayağa kalktı ve:

‘- Gazi Hazretleri şerefine!’ sayhalarıyla rakıyı yudumlarlarken ben sür’atle kaçıp, oradan uzaklaştım. Ertesi gün bu şişman herzegunun kim olduğunu merak ettiğimden mahalli gazeteyi aldım. Orada bu sofranın resmi vardı ve masadakilerin de ismi yazılıydı. Bu mel’unun Yunus Nadi olduğunu oradan öğrendim.”[22]

Verilen bilginin gerçek olup olmadığını tetkik edelim;

1- Evvela nakledilen bilginin yazı boyunca ortaya konulan muteber kaynaklarla örtüştüğünün altını çizmekte fayda var.

2- M. Kemal ile Hafız Cevdet görüşmüş olabilir mi? Neyzen ve bestekar Süleyman Erguner’in, “Neyzen Süleyman-Ulvi Erguner” adlı eserinde; “M. Kemal Atatürk, kolorduyu ziyaret ettiklerinde, Hafız Cevdet ve Hafız-Neyzen Süleyman’ı çağırarak, onlardan gazel ve musikimizin birbirinden nadide diğer eserlerini icra etmelerini istemiştir.”[23] şeklinde bir bilgi var. Demek ki görüşmüşler…

3- Orada bulunan Cumhuriyet gazetesinin sahibi Yunus Nadi; “Bu millete Tanrı olarak sen yetersin. Başka Tanrı gerekmez!” demiş olabilir mi?

Yunus Nadi’nin sahibi olduğu Cumhuriyet gazetesinin 17 Aralık 1928 tarihli nüshasında “Bir inhiraf” başlığıyla çıkan bir duyuruda M. Kemal hakkında; “Inkılabımızın tanrısı, milli hayatımızın nazımı, içtimaiyatımızın alemdarı, büyük Gazi” denilmektedir.[24] Yazı imzasızdır ve gazeteyi yani sahibi olan Yunus Nadi’yi bağlar. Bunu yazan büyük bir ihtimalle Yunus Nadi’nin kendisidir. Çünkü bu dalkavukluğu ondan başkası yapamaz. En azından onaylamıştır, zira kendi görüşüne aykırı böyle bir ifade o gazetede çıkamaz. Dolayısıyla Üstad Kadir Mısıroğlu‘nun yaptığı bu nakil her bakımdan sağlamdır.

Sekizinci nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim ile “alay” ediyor.

*

[24] no’lu dipnotta sözü edilen gazetenin ilgili nüshası…

***

M. Kemal 1932 yılında ibadetleri Türkçeleştirmek için Hafızlardan oluşan bir heyeti Dolmabahçe Sarayı’na davet ediyordu. Işte bu heyette bulunanlardan biri de Hafız Asım idi. Hafız Asım, Dolmabahçe Sarayı’na davet edildiği gece yaşadıklarını Ali Kemâlî Aksüt’e anlatmış ve bu hatıralar Mehmed Akif Ersoy’un da uzun bir müddet başyazarlığını yaptığı Sebilürreşad dergisinde yayınlanmıştır.

Işte Hafız Asım’ın o gece başından geçenleri yazar Ertuğrul Düzdağ’ın kaleminden naklediyorum:

“Kur’an nihayet serbest vezinde bir şiirdir. Allah tarafından vahyedilmiş olamaz. Muhammed’in kendi sözleridir…”

Hafız Asım Efendi, Dolmabahçe Sarayı’nın büyük salonuna girerken çok heyecanlıydı. Fakat tam içeri girdiği sırada kulağına gelen bu sözleri duyunca, dizlerinin titrediğini hissetti. (…) Gazi (M. Kemal) Paşa ise o günlerde uzun zamandan beri düşünüp bir türlü tatbik edemediği yeni bir inkılabın hazırlıklarını yapmakta idi. Namazda okunan Kur’an’ın yerine Türkçe’sini koymanın yollarını arıyordu. Bunun için, Dolmabahçe Sarayı’nda her gece kurulan meşhur sofrasında, hepsi zamanın seçkin aydınları olan davetlilerle bu meseleyi konuşuyor, onların bu konudaki tartışmalarını dinliyordu. Bu gecelerde meşhur hafızları da saraya getirterek, onlara Türkçe Kur’an okutmakta ve sofradakilerle birlikte dinleyerek bir karara varmaya çalışmakta idi. Işte Hafız Asım’ın Beyazıt Camii’ndeki okuyuşunun güzelliği de kendisine haber verilmiş ve onu da dinlemek üzere çağırmışlardı.

Hafız Asım’ın görünüşü ve edebli tavırları herkesin hoşuna gitmişti. Karşılarına oturttuktan sonra, “Türkçe Kur’an hakkında ne düşündüğünü” sordular. Asım, “Kendi bilgisinin bu hususta fikir yürütmeye yetecek seviyede olmadığını” tevazu ile arzetti.

Bunun üzerine, “Bir tecrübe edelim” denilerek, kendisine “Isrâ” suresinin tercümesi verildi ve Asım, bütün dikkatini ve maharetini sarfederek okudu. Yapacağı bir yanlışın, kasten yapıldığı zannedilerek, gazabı uyandıracağından korkuyordu.

Okumasını bitirdi. Herkes beğenmişti. Gerçekten güzel okumuştu. Fakat bu güzel ses ve üslup, acaba Kur’an’ın aslını nasıl okuyacaktı? Bunu merak ettiklerinden, Hafız’a, “Haydi bakalım, şimdi sen de istediğin sureyi, Arapça olarak oku” dediler.

O zamana kadar, kendisine gösterilen koltukta, herkes gibi oturan Hafız Asım, bu teklif üzerine, hemen vaziyetini düzelterek koltuğa çıktı ve diz çökerek oturdu. Fakat onun bu hareketi, Gazi Paşa’nın keskin gözünden elbette kaçamazdı. Şehla bakışlarını Hafız’a dikerek:

“-Kur’an’ı Türkçe okurken ayaklarını uzatmıştı. Şimdi diz çöktü. Anlaşılıyor ki, önceki okuduğunu Kur’an saymıyor!” dedi.

Asım, ne diyeceğini şaşırmıştı, fakat “Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah” diyerek:

“-Paşam, bu bir alışkanlıktır. Hareketimi düşünerek yapmış değilim. Fakat ne yalan söyleyeyim, kanaatim, söylediğiniz gibidir” cevabını verdi.

M. Kemal Paşa’nın bakışları yumuşadı. Bu mutaassıp cahil gence acıdığı anlaşılıyordu.

“-Herkes kanaatinde hürdür, elverir ki bu kanaatler samimi olsun, genç adam…” dedi.

Hafız Asım, herhangi bir seçim yapmadan, Kur’an’ın o anda aklına geliveren bir yerinden okumaya başladı. Okuduğu “Hakka” suresiydi.

Bir miktar okuduktan sonra, kendisini sessizce dinlemekte olan sofradakilerin, huzursuz olup kıpırdadıklarını, birbirleriyle fısıldaştıklarını hissetti. Ne oluyordu?

Okuduğu ayetleri düşündü:

“…Innehu le-kavlu Resûlun kerîm ve mâ huve bi-kavli şâirin, kalîlen mâ tu’minûn ve lâ bi-kavli kâhinin kalîlen mâ tezekkerûn, tenzîlun min Rabbi’l âlemîn…”

Aman ya Rabbi, ne yapmıştı? Neresini okumuştu:

“…O Kur’an elbette şerefli bir Peygamber’in Allah’tan aldığı sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz? Bir kahinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz? O, Alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir…”

Gazi Paşa’nın ayağa kalktığını görerek, sustu. Zaten okuyacak hali kalmamıştı. Paşa’nın sinirlendiği anlaşılıyordu:

“-Bu hafız, sade hafız değil, aynı zamanda diplomat. Bizim biraz evvel konuştuklarımızı muhakkak duydu. Şimdi Kur’an’la bize cevap veriyor.”

Hafız Asım, korku ve endişe içinde idi. Titrek bir sesle kendisini müdafaa etmeye çalıştı:

“-Paşam, ben hafızım ama Kur’an’ın manasına maalesef vukufum yoktur. Bilmeyerek size karşı gelecek bir şey yapmışsam, bu benim eserim değil, ancak Allah’ın bir tecellisidir.”

Az sonra Dolmabahçe Sarayı’nın ılık havasından 1931 kışının soğuğuna çıkmakta olan Hafız Asım Efendi, altı yüz sayfalık Kur’an-ı Kerim’in içinden çıkıp, ağzından dökülüveren ayetlere kendisi de şaşıyor; kimse görmeyeceği için, artık korkmadan rahatça bıraktığı gözyaşlarını silerken şöyle mırıldanıyordu:

“Kur’an, kendisini müdafaa ediyor!”[25]

Dokuzuncu nakilden çıkardığımız netice; Kur’an-ı Kerim’in Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimize vahyedildiğini “inkar” ediyor.

*

[25] no’lu dipnotta bahsi geçen derginin ilgili sayfaları…

***

Anladığımız kadarıyla M. Kemal’in hedefi şuydu:

“Ben Kur’an’ın Türkçesini biraz okudum ama beğenmedim, bunu tercüme ettireyim ki halk da okusun, soğusun ve bu dinden çıksın.” Bunun başka bir izahı yoktur. Nitekim anlatılan vak’alara bakıldığında, eline aldığı yalan-yanlış tercümeleri sürekli başkalarına okuyup kafalarda şüphe uyandırmaya çalıştığı ve ardından gürlediği görülmektedir.

Dolayısıyla doğrusu “Kur’an hafızı” değil; “Kur’an tenkitçisi” M. Kemal olmalıdır…

M. Kemal’in Kur’an’ı tenkid ve ayetlerle de alay ettiğine dair web sitemde daha birçok delil mevcuttur. Hepsini buraya yazıp yazıyı daha fazla şişirmek istemiyorum fakat kısaca temas edip kaynaklar kısmına bağlantılarını ekleyerek bu uzun makaleyi Bakara suresinde geçen ayet-i kerimeler ile noktalayacağım…

M. Kemal 1915 senesinde Madam Corinne’e yazdığı mektuplarında “Cennet” ile ilgili ayetlerle ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ile haşa alay etmişti.[26]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin vahiy almadığına ve Kur’an-ı Kerim’in haşa kendi düşüncesinin mahsulü olduğuna dair iftiraların 1931 senesinde hazırlattığı Lise Tarih kitaplarında yer almasını sağlamıştır.[27]

Yine 1931 senesinde “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığı”na gönderdiği bir mektupta, “Alak” suresinin ilk ayeti olan; “Ikra’bismi rabbikellezî halak” yani “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” ayetine haşa “safsata” demişti.[28]

1937 senesinde yaptığı Meclis açış konuşmasında, Kur’an-ı Kerim’in ilahi bir kitap olmadığını söylemişti.[29]

*

Bakara Suresi:

1 – (Elif, Lâm, Mîm.)

2 – İşte o kitap, bunda şüphe yok, müttakiler (kötülükten korunacaklar) için hidayettir.

3 – Onlar ki gaybe iman edip namazı dürüst kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcarlar.

4 – Ve onlar ki hem sana indirilene iman ederler, hem senden önce indirilene. Ahirete de bunlar kesinlikle iman ederler.

5 – Bunlar, işte Rabblerinden bir hidayet üzerindedirler ve bunlar işte felaha erenlerdir.

6 – Şu muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir. Onlar inanmazlar.

7 – Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır.

8 – İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, “Allah’a ve ahiret gününe inandık.” derler.

9 – Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki sırf kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.

10 – Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını arttırmıştır. Yalan söylemelerine karşılık onlara elem verici bir azab vardır.

11 – Hem onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın.” denildiğinde: “Biz ancak ıslah edicileriz.” derler.

12 – İyi bilin ki, onlar ortalığı bozanların ta kendileridir, fakat anlamazlar.

13 – Onlara: “İnsanların (müslümanların) inandığı gibi inanın.” denilince, “Biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inanacağız?” derler. İyi bilin ki, asıl beyinsiz kendileridir fakat bilmezler.

14 – Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyle yalnız kaldıkları zaman: “Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz.” derler.

15 – (Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.

16 – İşte onlar o kimselerdir ki, hidayet karşılığında sapıklığı satın aldılar da, ticaretleri kâr etmedi, doğru yolu da bulamadılar.

17 – Onların durumu, bir ateş yakanın durumu gibidir. (Ateş) çevresini aydınlatır aydınlatmaz Allah onların (gözlerinin) nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.

18 – (Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.

.

**********

.

KAYNAKLAR:

.

[1] Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, Eser Matbaası, Istanbul 1977, cild 5, sayfa 1948.

[2] Sadettin Kaynak, Hatıralar, Osman Ergin, “Türk Maarif Tarihi” içerisinde, Eser Matbaası, Istanbul 1977, cild 5, sayfa 1953-1954.

Ayrıca bakınız; Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, Istanbul 1955, cild 3, sayfa 83.

[3] Ali Rıza Sağman, Hatıralar, Osman Ergin, “Türk Maarif Tarihi” içerisinde, Eser Matbaası, Istanbul 1977, cild 5, sayfa 1950.

[4] Sadettin Kaynak, Hatıralar, Osman Ergin, “Türk Maarif Tarihi” içerisinde, Eser Matbaası, Istanbul 1977, cild 5, sayfa 1956.

[5] Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal, Özgür Yayınları, Istanbul 2008, sayfa 231-232.

[6] Kur’an-ı Kerim’i anlamada mealin neden kifayetsiz olduğuna dair misaller için din ile alakalı paylaşımlar yaptığım öteki web sitemdeki şu yazıyı okuyabilirsiniz: http://belgelerlegercektarih.net/meal-okumak-kuran-okumak-gibi-degildir-iste-delilleri-1/

[7] National Archives and Records Administration, Maryland, RG 59 Records of the Department of State Relating to the Internal Affairs of Turkey, 1930-1944, Mikrofilm M 1224, rulo 10’dan nakleden: Rıfat N. Bali, “Amerikan Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in Raporu: Atatürk’ün Dine Bakışı”, Toplumsal Tarih Dergisi, sayı 153, Eylül 2006, sayfa 14-19.

[8] Servet Çelenk, Her Yerde Müslümanca, Mevsimler Kitap, Istanbul 2018, sayfa 35.

[9] “Atatürk’le ABD’li elçinin gizli kalmış din sohbeti”, Milliyet Gazetesi, 7 Eylül 2006.

[10] Hakimiyeti Milliye Gazetesi, 2 Mart 1934.

[11] Yaşar Gürsoy, Atatürk ve Can Yoldaşı Nuri Conker, (Önsöz: Uğur Dündar), Alfa Yayınları, 2. Baskı, Istanbul 2011, sayfa 188.

[12] Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, Eser Matbaası, Istanbul 1977, cild 5, sayfa 1838.

[13] Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, Eser Matbaası, Istanbul 1977, cild 5, sayfa 1999.

[14] “Vossische Zeitung” Gazetesi, 9 ve 11 Mart 1930. Yazıda yer verilen sözler 11 Mart gününe ait nüshadan alınmıştır.

[15] Hakimiyet-i Milliye Gazetesi, “Gazi Hz. Dün Emil Ludwig’i Kabul Etti”, 1 Aralık 1929.

[16] Cumhuriyet Gazetesi, “Emil Ludwig Gazi Hz. ile mülakatını anlatıyor”, 14 Mart 1930.

[17] Emil Ludwig, “Ataturk m’a dit”, Paris-Soir Gazetesi, 22 Kasım 1938. Bu nüshada, 8 sene evvel neşredilen “Vossische Zeitung”daki mülakattan farklı olarak M. Kemal’in “gözlerinin cam gibi” olduğu yazar…

[18] Bilal N. Şimşir, Atatürk’ün Hastalığı, Türk Tarih Kurumu, 2. Baskı (Tıpkıbasım), Ankara 2011, sayfa 172-176. (1. Baskı: 1989)

[19] Uğur Mumcu, “Kazım Karabekir Anlatıyor”, Cumhuriyet Gazetesi, 19 Haziran 1990.

Ayrıca bakınız; Kazım Karabekir Anlatıyor, (Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu), 5. Basım, Tekin Yayınevi, Istanbul 1993, sayfa 93-94.

[20] Mustafa Baydar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, Menteş Kitabevi, Istanbul 1968, sayfa 291-292.

[21] Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük nedir?, Ak Yayınları, Istanbul 1966, sayfa 47-48.

[22] Kadir Mısıroğlu, Kırk Görgü Şahidinden Naklen Benden Tarihe Haberler, Sebil Yayınları, Istanbul 2016, sayfa 406-408.

[23] Süleyman Erguner, Neyzen Süleyman-Ulvi Erguner, Erguner Müzik, Istanbul 2005, sayfa 45.

[24] Cumhuriyet Gazetesi, 17 Aralık 1928.

[25] Aynen cereyan etmiş olan bu hadiseyi, Hafız Asım Efendi’nin ağzından dinleyerek kaleme alan Ali Kemâlî Aksüt’tür. Bakınız; “Mustafa Kemal Paşa ve Kur’an Tercümesi”, Sebilürreşad Dergisi, cild 4, sayı 96, Şubat 1951, sayfa 328.

Ayrıca bakınız; M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar, cild 2, 4. Baskı, Marmara Üniversitesi Ilahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, Istanbul 2014, sayfa 68-71.

[26] https://belgelerlegercektarih.com/2012/07/07/m-kemal-ataturk-ayetle-alay-mi-ediyor-ataturkun-madam-corinnee-yazdigi-mektup/

[27] https://belgelerlegercektarih.com/2013/02/05/m-kemal-ataturkun-okuttugu-lise-tarih-kitabi/

[28] https://belgelerlegercektarih.com/2012/05/04/m-kemal-ataturk-ikre-bismi-rabbi-safsatasi-hasa/

[29] https://belgelerlegercektarih.com/2022/05/10/m-kemal-ataturk-gokten-indigi-sanilan-kitaplar-sozuyle-ne-demek-istedi-ilave-bilgiler/

.

**********

.

Kadir Çandarlıoğlu

https://www.instagram.com/kadir_candarlioglu_gercektarih

https://instagram.com/belgelerlegercektarihcom

.

Paylaşım Şartı:

Paylaşmak istediğiniz bir yazı, görsel vs. varsa, alakalı yazıya gidin ve yukarıdaki adres çubuğunda görülen linki kopyalayıp paylaşmak istediğiniz yere yapıştırın. Yani YALNIZCA LİNK PAYLAŞIMINA MÜSAADE EDİYORUZ. Ayrıca yazının sonunda “facebook” veya “twitter”ın sosyal medya paylaşım butonları var. O butonlara tıklayarak da paylaşılabilir. Başka türlüsüne hiçbir surette rızamız yoktur.

*

2 responses to “Atatürk Kuran Hafızı mıydı? Kur’an Hakkındaki Fikri Neydi? Atatürk ve Din-3”

  1. Ali Nasihi Avatar
    Ali Nasihi

    Hocam, Allah sizden razı olsun. İslam’a yaptığınız bu hizmetin şahidiyiz!
    Dokuz değişik vesile ile ve her zamanki gibi belgeli delillerle mühürledğiniz bu makaleden sonra hala M.Kemal’e değil “Hafız”, “Müslüman” diyen ard niyetlidir, kendisi İslam dininden bihaberdir ve dahi Müslüman değildir.

  2. Yenişehirli abdoş ağa Avatar

    Hocam Kemalistler sünnetsizlerin askere alınmadığını iddia ediyor Atatürk döneminde bu yalana reddiye gelsin

Bir Cevap Yazın

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.

Blog at WordPress.com.