M. Kemal Atatürk’ün okuttuğu Lise Tarih kitabı
*
Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız
***
Sanılanın aksine, dinimize aykırı muhtevalı kitaplar M. Kemal Atatürk’ten “sonra” ortaya çıkmış değildir. Bilakis, inancımıza aykırı bu kitaplar M. Kemal döneminde ve onun direktifiyle yazılmış ve ölümünden sonra da kaldırılmıştır. Bunu aşağıda, biri, M. Kemal Atatürk döneminde; diğeri ise onun ölümünden sonra okullarda okutulan iki kitaptan yapacağımız alıntılarla ayrıntılı bir biçimde göreceğiz.
Buna rağmen koskoca -sözde- ilim adamlarının televizyon kanallarında utanmadan 1930 yılının din dersi kitabını ekranlarda gösterip “Atatürk ve Inönü döneminde din dersi vardı” şeklinde nutuk çektiklerini gördükçe hakikaten hayrete düşüyorum. Insanları aptal yerine koymaları ilim adamlarına hiç yakışmıyor… Hiç mi ilim haysiyetleri yok doğrusu anlamakta güçlük çekiyorum.
M. Kemal döneminde din dersi vardı, fakat M. Kemal din derslerini aşama aşama tasfiye etmiştir. Nitekim 1933 yılında din dersleri müfredattan tamamen çıkarılmıştır. Bunu neden söylemiyorlar çok merak ediyorum.
Bu bir süreçti, aslolan ise sonuçtur; yoksa sonuca giden yolda atılan adımlar değil… Kısaca, haticeye değil neticeye bakmak lazım.
M. Kemal Atatürk’ün Milli Mücadele döneminde, yani halkın desteğine ihtiyacı olduğu dönemde Hilafeti övdüğü meclis tutanaklarında kayıtlıdır.[1] Ancak dizginleri ele alınca Hilafet’i kaldırmıştır. Bu durumda M. Kemal Atatürk’e “Hilafetçi” demek ne kadar gayrı ilmî ve gayrı ciddî ise, “M. Kemal Atatürk din derslerine karşı değildi” demek de aynı şekilde gayrı ilmî ve gayrı ciddîdir.
Hatta Milli Mücadele’den sonra da kendi tabiriyle “tavizler” vermişti.
Mesela 20 Nisan 1924 tarih ve 491 numaralı Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nun 2’inci maddesine, “Türkiye Devleti’nin Dini Islamdır” yazılmasına karşı çık(a)mamış, ancak 1927 yılında yazdığı Nutuk’ta bu ve benzer maddelerle ilgili şunları söylemiştir (sadeleştirildi) :
“Cumhuriyetin ilanından sonra da, yeni Teşkilât-ı Esasiye Kanunu yapılırken, laik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için, kanunun ikinci maddesini (Türkiye Devleti’nin dini, Islam dinidir) anlamsız kılan bir deyimin sokulmasına göz yumulmuştur. Kanunun gerek 2′nci ve gerek 26′ncı maddelerinde fazladan yer alan, yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan deyimler, inkılap ve Cumhuriyet’in ogün için sakıncalı görmediği tavizlerdir.
Millet, bu fazlalıkları, Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muzdan ilk fırsatta kaldırmalıdır!”[2]
[2] no’lu dipnot ile ilgili… M. Kemal Atatürk’ün Nutuk’ta yer alan sözleri
***
Nitekim 14 Nisan 1928’de kaldırılmıştır da.[3]
Bu durumda, M. Kemal’in ses çıkar(a)mamasından ötürü 1924 Anayasa’sına giren “Türkiye Devleti’nin dini, Islam dinidir” maddesini referans göstererek, “M. Kemal laikçi değildi, Şeriatçı idi” diyebilir miyiz?
Tabii ki hayır!
O halde aynı şekilde, din derslerinin 1933 yılında müfredattan tamamen çıkarılmış olmasına rağmen 1930 yılına ait din dersi kitabını ekranlarda -mal bulmuş mağribi edasıyla- gösterip, “işte Atatürk zamanında din dersleri vardı, Atatürk din derslerine karşı değildi” de denilemez![4]
Denilirse, bunun adı milleti aldatmak olur!..
Artık bu tür yalanlardan vazgeçilmelidir.
M. Kemal Atatürk’ü kimse müslüman göstermeye kalkmasın. M. Kemal Atatürk darwinizmden etkilenmiştir. Tabiatın “herşeyden büyük” ve “her şey” olduğunu söylemiştir.[5]
Sadece bununla da yetinmemiş ve bu teorinin okullarda (Din değil, Tarih kitaplarında) okutulmasını sağlamıştır. Yazının başında da ifade ettiğimiz gibi, sanılanın aksine, dinimize aykırı muhtevalı kitaplar M. Kemal Atatürk’ten “sonra” ortaya çıkmış değildir. Bilakis, bu kitaplar M. Kemal’in direktifiyle yazılmış ve onun ölümünden sonra da inancımıza aykırı muhtevası kitaptan çıkarılmıştır.
Örneğin M. Kemal Atatürk’ün Yüksek Direktifleri dairesinde Türk Tarih Kurumu tarafından yazdırılmış olan Lise Tarih Kitaplarının birinci cildinin baş tarafına 8 sayfa tutan yazıda tabiat yahut kainatın yaradılışından, insanın zuhurundan, maymunla insan arasındaki münasebetlerden uzun uzadıya bahsedildikten sonra şu neticeye varıldığı görülmektedir:
“Filhakika insan, tabiatın mahlûkudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiate tâbi olmaktır. Tabiatte hiç bir şey yok olamaz. Ve hiç bir şey yoktan var olamaz. Yalnız tabiati vücude getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak şekillerini değiştirirler. Arzın ve hayatın mütalea ve tetkiklerinde bu hakikat pek açık görülür.
Fakat şunu söyliyelim ki insanların bütün bilgileri ve inanışları insanın zekası eseridir. Zeka tabiî olan dimağdan (beyinden) çıkar. Bundan tabiatı anlamakta zekanın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi tabiatın fevkinde (üstünde) ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka birşey olmıyacağı meydana çıkar.”
Bu yazıda tabiatın üstünde ve dışındaki bütün mefhumların insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeyler denilmekle uluhiyet mefhumunun da bunlar arasında olduğu söylenilmiş oluyor.
Yine bu kanaate göre Peygamberliğin ve bilhassa vahyin de insan beyni tarafından uydurma olacağı fikri müdafaa edilerek deniliyor ki:
“… Muhammed birdenbire Allah’ın Resûliyim diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidaî ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünüşten sonra kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur.
Vahiy ve ilham fikri Muhammed’ten evvel de Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidaî kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler, gûya kahinlere kayıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan’da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Muhammed dahi cinlerin vücuduna samimî olarak inanmıştır. O, hakikaten cinlerin, şairlere, şiir ilham ettiğine kani idi. Araplar şairleri bir kahin gibi telakki ederlerdi. Muhammed’in Musa, Isa dinlerine dair öğrendikleri de kendisinde bu itikadı kuvvetlendirmiştir. Bu Peygamberler de melekler vasıtasiyle ilham aldıklarını söylemişlerdi.
O dinlerde de cin ve melek telakkisi vardı. Dinler nazarında cinler kötü ruhlar olduğundan Peygamberler onlardan mülhem olmazlardı. Muhammed’de diğer Peygamberler gibi kendisine ilham eden kuvvetin insanları iğfal eden bir kuvvet olmayıp, onları hayır ve saadete irşat eden ilahî bir kuvvet olduğuna samimî olarak inandı.
Muhammed uzun bir devredeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu. Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir mevcudiyet olduğuna samimi surette kani idi. Muhammed’i harekete getiren ilk amil bu samimî heyecanlar olmuştur.”[6]
Yani, -haşa- Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz için; “aldandı”, Onun “sandığı” gibi değildi denmek isteniyor.
Yazıklar olsun!
Yıllarca Müslümanlara bunları okuttular.
***
***
(Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin ismini saygı ifadesine lüzum hissetmeden yazmışlar. Salavat lütfen: Allahümme Salli Ala Seyyidina Muhammed Ve Ala Ali Seyyidina Muhammed)
M. Kemal Atatürk bu fikirde olmasaydı Tarih Kurumu bu tarzda bir mütalaayı hiçte münasip olmadığı halde, Lise kitaplarının başına geçirmeğe cesaret edemiyeceğinde şüphe edilemez. Nitekim M. Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra 1939’da bu Tarih Kitapları Kurumca yeniden gözden geçirtilerek yazdırıldığı sırada bahsi geçen 8 sayfa yazı kitaptan çıkartılmıştır.
M. Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra Türk Tarih Kurumu tarafından yeniden yazdırılan Lise Tarih kitabı “Müslüman inancına göre kaydıyla” şu tarzda değiştirilmiş, daha doğrusu düzeltilmiştir:
“Hazreti Muhammed, çok defa Mekke yakınında bir dağdaki mağaraya çekilir, düşünceye dalardı. Bir gece bu mağarada, ne olduğunu anlamadığı sesler duydu. Müslüman inancına göre Allah, O ’na, Cebrail ile Kur’an’ın ayetlerini gönderiyor idi ki buna vahiy denir. Ilk önce bundan hiç bir şey anlamıyan ve büyük bir heyecana uğrayan Hz. Muhammed evine döndü, eşi (zevcesi) Hatice’ye söyledi. Hatice’nin akrabalarından biri, Hz. Muhammed’e Peygamberlik geldiğini anlattı.
Bir zaman arası kesildikten sonra, vahiy tekrar başladı. Artık Hz. Peygamber’in ölümüne kadar arkası kesilmedi.
Hazreti Muhammed, insanlığa Hak dinini bildirmeğe memur olmuştu. Müslümanlık adı verilen bu din, tek Tanrıya yani, Allah’a inanmayı ve Hz. Muhammed’i Peygamberlerin sonuncusu olarak tanımayı öğretiyor, namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadet ve ödevlerin yapılmasını emrediyordu. Müslümanlık, puta tapıcılığı kaldırmış, Hıristiyan dinindeki üçüzlü Tanrı sistemini de reddetmişti. Yahudilerin yalnız kendi tanrıları olarak gösterdikleri Allah’ı da bütün alemlerin Allah’ı olarak tanımıştır.
Vahiy ile gelen Kur’an, Müslümanların din ve inanışlarını yoluna koyan ve dil bakımından da pek yüksek olan bir kitaptı. Araplar gibi edebiyata meraklı bulunan bir kavim üzerinde Kur’an’ın belağatı şaşırtıcı bir etki yapıyordu.”[7]
***
Gördüğünüz gibi, M. Kemal Atatürk döneminde okutulan kitapta, “tabiatın fevkinde (üstünde) ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka birşey olmadığı” açıkça yazmaktadır. Buna karşılık M. Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra bu tür ifadeler kitaptan çıkarılmış ve Islam inancına uygun bir şekilde okutulmuştur.
Hiç kimse Milletimizin bu hakikatleri görmesini engelleme hakkına sahip değildir.
***
NOT: Necip Fazıl Kısakürek’in bu kitaptan dolayı M. Kemal Atatürk’e yazdıkları için bakınız;
***
Şu yazıyı da okumanızı tavsiye ederiz:
.
**********
.
KAYNAKLAR:
.
[1] Tafsilat için bilhassa 6 ve 7 no’lu dipnotta kaynağı gösterilen kısma bakınız;
[2] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, 9. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1969, cild 2, sayfa 717.
[3] 10 Nisan 1928 tarih ve 1222 sayılı Kanun, 14 Nisan 1928 tarihli Resmi gazetede neşredildi. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 3, cild 3, Içtima 59. (9 Nisan 1928)
Ayrıca bakınız;
Hamza Eroğlu, Türk Inkılâp Tarihi, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1982, sayfa 427.
[4] Tafsilat için bakınız;
[5] Tafsilat için bakınız;
[6] Tarih II, Ortazamanlar, Devlet Matbaası, Istanbul, 1931 yılının Lise Tarih kitabı, sayfa 90, 91.
[7] Orta Çağ Tarihi, sayfa 29.
.
**********
.
Kadir Çandarlıoğlu
.
**********
.
Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
*
*
Bir Cevap Yazın